Vladi BENBANASTE
Eveeet, insan kuş misali demişler. Hay, kim söylediyse ağzına sağlık. Daha Pazar günü Antakya’daydık. Şimdi, kapalı kalmaktan tropik iklim donanımlı evimizde. Blekböri sahibi olmadığımdan gelir gelmez ilk işim maillere bakmak oldu. Sevgili editörümden bir mesaj: “Yazı sırası sende şimdiden düşünmeye başla.”Bu defa mavi dönüşümdeki gibi sıkıntı yok. Kafamda yazılar uçuşuyor. Kardeşlik diyarından; Hatay, Antakya’dan geliyorum… Belgesel kıvamda olan “Antakya” yazı dizisinin ilk bölümüyle karşınızdayım… Serinin diğer bölümleri de hoşunuza gidecek… Hadi onlar da sürpriz olsun.
Antakya’ya sebeb-i ziyaretimiz; çoook sevdiğimiz arkadaşlarımız Efrayim–Elvir Kebudi çiftinin oğulları David Kebudi (Halevi)’nin tefillin töreni oldu. Neredeyse unutulmaya yüz tutmuş, içinde 400 senelik tarihi ve muhteşem güzellikte Sefer-Toraların bulunduğu; küllerinden yeniden doğan Antakya Sinagogu’nda.
İlk gece, otele vardığımızda akşam duası için doğru sinagoga gittik. Dönüşte yanımızda bulunan din adamlarımızla hoş beş sohbet ederken sordum “Nasıl buldunuz sinagogu?”. Cevap biraz felsefi, biraz mesleki oldu: Tora der ki; beklentilerin ne kadar düşük olursa hayalkırıklıkların da o kadar düşük olur. Ben, bu fikirle geldim ancak gördüklerim karşısında çok çok etkilendim diye cevap verdi sevgili Rav Perez… Aslında doğru! Ben de düşük beklentilerle geldiğim Antakya’dan, hani derler ya “Anlatılamaz… Yaşamak gerek” işte aynen öyle oldu. Ayrılırken Antakya’dan inanılmaz güzel, mutlu, memnun ve olumlu duygular ile döndüm… Bugüne kadar gitmemiş olanlara ilkbahar civarı gitmelerini ve Antakya’yı turistik ve felsefi açıdan “yaşamaların” şiddetle tavsiye ederim. (Temmuzun ortasında azıcık sıcak olduğunu itiraf etmeliyim.)
Neyse biz dönelim sinagogumuza, Antakya’ya vardığımız zaman ana faaliyetimiz olan “yemek” ten önce aksam duasına gittik. Otelimizden Azur Bey’le birlikte araba ile yaklaşık 5 dakikalık mesafede olan sinagoga vardık. Giriş kapısının üzerinde kırmızı fonda Türk bayrağı ve 80 amblemi olan bir yazı ilgimi çekti ;“Antakya Musevi Cemaati T.C.’nin 80. yılını kutlar” kapıdan içeri girdik… Küçücük bir avlu ve daha büyük avluya giden bir koridor. Sonra yaklaşık 10 basamak yukarı kapıdayız, sinagogun demirbaşı Azur Cenudi bizleri çok sıcak duygularla ile karşılıyor... Oldukça ufak sayılabilecek sinagogu olabildiğince süslemişler, misafirlere hazırlamışlar. Bir an sinagogun boyuna baktım, kaç kişi alır diye hesap yaptım. Normal zeminden “kibarca” ve “usulca” birkaç basamakla “ayrılmış” bölümde yaklaşık 30 bayanın oturabileceği düşünülürse, aşağı bölümde yaklaşık 60–70 bey, eder sana 100 kişi !! Şööyle bir düşündüm İstanbul’dan gelen İstanbullu yaklaşık 160 kişi, Antakya ve çevresinden “kalan” akraba, tanıdık, eş, dost 30–40 kişi, eder sana yaklaşık 200 kişi. “Efrayim... ” dedi… “Bunlar buraya dünyada sığmaz.” Efo her zamanki gibi gülümsedi; “Paşa” dedi… “Burası Allah’ın evi… Yarın sabaha kadar genişler, bak görürsün herkes sığacak.” Nitekim de öyle oldu, ertesi sabah ama öyle ama böyle, herkese yer vardı…
Böylesine bir cemaati belki de yüzyıl öncesinde konuk etmiş olan tarihi sinagogun da, (hayal gücünün de yardımıyla) en az bizler kadar, durumdan memnun olduğunu düşünebiliriz. Oldukça uzun bir zamandır sadece Şabat ve önemli günler dışında açılamayan bu sinagogun, yine eski şaşaalı günlerindeki gibi süslenmiş, püslenmiş bir şekilde misafirlerini heyecan ile beklemekteydi… Yıllar, yıllar öncesinden kalma konuşmalar, dualar , “fısıltılar” halinde duvarların çatlaklarından bizleri karşılamaya çıkmışlardı. Biraz heyecan… Biraz mahcubiyetle… Evet, oradaydık… Tıpkı yüzyılı aşkın bir süre önce olduğu gibi bir kez daha… Kebudi Ailesi’nin cesur kararı ile kısa süreliğine de olsa hayat gelmişti. Ya sonra… Sonrası belli; yine eskisi gibi sessizliğe, yalnızlığı ile baş başa kalacak bu kutsal ve tarihi mekân…
Yanılmış olmayı isteriz, ancak; Antakya’nın tarihine baktığımızda ilk kuruluşundan beri bölgede var olan Yahudi nüfusu çeşitli nedenler ile düşüş göstermiş, yakın tarihimize baktığımızda 1940 yılında yaklaşık 125 aileye kadar düşmüş. 1940’taki ve daha sonra 1980’deki göçlerin de etkisi ile bugün Antakya’da Yahudi varlığı geride kalan “sadece 15” aileden oluşuyor. Bunun da yaklaşık 45 kişi ettiğini söylüyorlar, biraz hüzün biraz sitem ile… “Yeni nesillerin” bölgede kalmadığını, bir şeyler yapılamadığı durumda da Antakya kültürel mozaiğinden etnik çeşitliliğinden “Yahudilerin” günün birinde “tarihte” kalacağını tahmin edebilmek zor olmasa gerek… Bu da kısa bir demografik bilgi olarak kalsın zihnimizde…
Şimdi burada bir nokta koyup sizleri Burgazada’ya götürmek istiyorum… Burgazada Sinagogu… Aynı gün… Aynı dakikalarda Burgazada’da Roy İstiroti’nin tefillin töreni var... Eee n’olacak diyeceksiniz… Öyle değil! Durun anlatayım; Roy’un rahmetli büyük dedeleri İzak Çiprut ve Nesim Hason Burgazada Sinagogu’nun gelişmesinde maddi manevi çok çaba göstermişlerdir. Tıpkı; aynı anda çoook uzak bir diyarda; Antakya’da 13 yaş mitsvasını yerine getiren David’in büyük dedesi Efrayim Kebudi’nin de zamanında yaptığı gibi… Kendisi hem hahambaşılık hem de bir dönem cemaat başkanlığını yürüterek, uzun yıllar Antakya Cemaatine büyük hizmetler vermiş. Adetlerimizden, bu gibi törenlerde büyüklerimizden günün “anlam ve önemini hatırlatan” konuşmalar dinleriz. Burgaz Sinagogu’nda Hahambaşımız Rav İsak Haleva’nın ve Burgazada Sinagogu Gabayı Meir Gaon’un, Roy’ un tefillini sırasında yaptığı konuşmalarda bu konudan bahsettiler. Meir Gaon, Münir Özkul’un unutulmaz repliğinden bir alıntı aktarınca yapılan konuşmalar daha bir anlam kazandı; bir hatırlayalım:
Zaten aktör dediğin nedir ki?
Oynarken varızdır. Yok olunca da sesimiz bu boş kubbede bir hoş seda olarak kalır. Bir zaman sonra da unutulur gider… Olsa olsa eski program dergilerinde silik birer hayal olarak kalırız. Görüyorum hepiniz gardroba koşmaya hazırlanıyorsunuz. Birazdan teatro bomboş kalacak, ama teatro işte asıl o zaman yaşamaya başlar. Çünkü Satenik’in bir şarkısı şu perdelerden birine takılı kalmıştır. Virjinya’nın bir diyalogu eski kostümlerin birinin yırtığına sığınmıştır. İşte bu hatıralar, o sessizlikte saklandıkları yerden çıkar, bir fısıltı halinde yine sahneye dökülürler. Artık kendimiz yokuz. Seyircilerimiz de kalmadı. Ama repliklerimiz fısıldaşır dururlar sabaha kadar. Gün ağarır, temizleyiciler gelir, replikler yerlerine kaçışır. Perde!!!
Gelelim bizim mistik rastlantıya; bugün ne Roy’un büyük dedeleri hayatta ne David’in …
Zaten insan dediğin nedir ki? Yaptıklarımız ile varız. Yok olunca, yaptıklarımız, bu boş kubbede bir eser olarak kalır. İşte, yaşamlarında bıraktıkları bu eserler ile biri Burgazada’da, biri Antakya’da, aynı günde… Aynı amaç altında toplanmışken… Saklandıkları yerden çıkarak torunlarına ve hatta torunlarının çocuklarına tefillaları sırasında “başarı, mutluluk” dileklerini fısıldadılar… Kendilerinden sonra gelen nesillerle birlikte “gizlice” mutluluk gözyaşları döktüler… Bu üç muhterem insan verdikleri emeklerle bu mekânları ve ruhlarını sonsuza kadar yaşatmayı başardılar… Darısı başımıza… (Hassas okuyuculara not: Bu sinagoglarda emeği geçen ve bu cemaate hizmet etmiş olan isimsiz kıymetli kişileri de ayrıca saygıyla anıyoruz) Bana ayrılan yer ne çabuk bitti… Gözyaşı, dansöz, fin-al patladeyar yemek, geziler ve “Antakya’da hoşgörü yok!”… Devamını merakla ve sabırla bekleyiniz…
Sevgiyle kalın…