Yaşları otuzun üzerindeki televizyon tutkunları hatırlayacaklardır: Seksenli yıllarda tek kanallı TRT ekranında bir yarışma programı vardı. Aslında yarışmadan ziyade, sessiz sinema tarzındaki bir ocak başı oyunu olan bu eğlence programının değişmez sunucusu Erkan Yolaç’tı. Hafızam beni yanıltmıyorsa, seyircinin ilk kez enteraktif olarak gösteriye katıldığı bu yarışmayı Erkan Yolaç televizyondan önce gazinolarda sunuculuk yaparken başlatmıştı. Assolisti anons etmeden önce hoplaya zıplaya sahneye çıkan ünlü sunucu, seyircilerin arasından bir gönüllüyü İzmir Marşı eşliğinde yanına alır, kurbanına altmış saniye içinde istemi dışında yasak kelimeyi söylettikten sonra da Mehter Marşı eşliğinde yerine oturturdu. Kural çok basitti: Sunucunun sorduğu sorulara ‘evet’ ya da ‘hayır’ denmeyecekti. Bu iki kelimeden birini kullandığında yarışmacı oyunu kaybediyordu. Kazanın ödülüyse bir şişe köpüklü şarap, ya da bir kese kâğıdı dolusu Çorum leblebisi olurdu…
O yıllarda pek çok ev-aile toplantısında Erkan Yolaç’ın yarışmasını taklit ederek eğlenmek modaydı. Ama Erkan Yolaç laf cambazlığının öylesine bir ustasıydı ki, bırakın amatörleri, profesyonel sunucular dahi onun eline su dökemiyordu. Sorularını nefes aldırmadan peş peşe sıralıyor, yarışmacının verdiği yanıtı hızla tekrarlayarak kafası karışan kurbanının bir dakikalık süre zarfında ağzından mutlaka ‘evet’ sözcüğünün çıkmasını sağlıyordu. Kimi zaman bir yarışmacıkendisini kasıp ‘evet’ dememeye aşırı şekilde yoğunlaştığında, bu kez de usta sunucunun ‘hayır’ tuzağı devreye giriyordu. Ama gerçek şuydu ki, yarışmacıların büyük çoğunluğu şanslarını ‘evet’ diyerek kaybediyorlardı. ‘Hayır’ diyenler her daim azınlıktaydı.
Oysaki gerçek hayatta yukarıdaki durum ironik bir şekilde tersine dönüyor. ‘Evet’ diyenlerin ‘kazanmaya’ daha yakın oldukları bir dünyada yaşıyoruz. ‘Hayır’ demenin neticesinde kaybedenler, nedense ‘evet’ deyip de kaybetmiş olanların sayısından daha fazla. Hemen itiraz etmeyin lütfen, yanılıyor olabilirim; elimde bu tezi doğrulayacak bilimsel bir kaynak ya da herhangi istatistikî veri bulunmuyor. Sadece kişisel deneyim ve gözlemlerimi sizinle paylaşıyorum.
Gelelim bu yazının konu başlığı olan kendi ‘evet’lerime:
Ne yalan söyleyeyim, geçtiğimiz yıllarda pek öyle baskı - zulüm filan görmedim. Bu yaşımdan sonra da yeni maceralara atılmayı hiç arzulamıyorum. Hayatımda büyük değişiklikler istemediğim için de evet demeyi düşünüyorum;
Doğrudur, son otuz küsur yılda fazlaca söz hakkım olmadı, ama bu tarihten sonra olacağını da sanmıyorum. Ne kadar konuşursam başımı o denli derde sokacağımı hayat tecrübemle öğrendim. İyisi mi susmak ve sadece evet demek;
Kadın-erkek eşitliğine inanmıyorum. Pek çok alanda erkekler kadınlardan üstün görünseler de eşitlik konusu her zaman tartışmaya açık olacaktır. Hayatımın altüst olmaması için evet diyeceğim;
Çok şükür kurulu bir düzenim var. Evde aşım pişiyor, odam temizleniyor, çamaşırlarım yıkanıyor. Dilediğim zaman yurtdışına çıkıp gezebiliyor, ailecek tatile, yemeğe, tiyatroya, sinemaya, alış-veriş merkezine falan gidebiliyoruz. Yaşam düzenimin bozulmaması için evet diyeceğim;
Karşılıklı anlayış ve empati çok önemlidir. Anlaşıldığımı anlıyorum. Evet, evet, evet!
Öyle aşırı özgürlükler istemek gibi bir derdim de yok. Tüm toplumsal örgütlenmem, haftada bir oyun arkadaşlarımla briç kulübünde, arada bir de karikatürcü dostlarımla meyhanede buluşmanın ötesine geçmiyor. Bu toplantılara engel olunmadıkça elbette evet diyeceğim;
Seviyorum! Aşk gelip geçicidir derler, kabul ediyorum ama geçip giderken derin izler bıraktığı da ayrı bir gerçektir. İşte o izler bende sevgi olarak yer etmiştir. Sevdiğim için evet diyeceğim!
Uzun lafın kısası, siz bu satırları henüz okurken, biz çoktaaan sevgili karımla birlikte, bundan tam otuz beş yıl önce, 14 Ağustos 1975 tarihinde balayımızı geçirdiğimiz dünyanın en eski ve en güzel kentlerinden İzmir’in pencereleri Kordon’a bakan ünlü otelinde, bir kez daha karşılıklı ‘evet’ diyerek nikâh tazelemiş olacağız. Ne yani? Siz başka bir şey mi bekliyordunuz?