Aşkın ve hürriyetin her gün yeniden kazanılması gerektiğine inanan bir kadındı Halide Edip.
1884 yılında dünyaya gözlerini açtığında bir gün gelip de cephede asker kıyafetiyle at binip, Mustafa Kemal’le aynı masada savaş stratejisi konuşacağını, siperlerde ölüm göreceğini, onbaşı rütbesini alacağını elbette bilmiyordu.
İpek Çalışlar, bizim hiç bilmediğimiz bir Halide Edip yaratmış son kitabında. Kitabı bitirince, kadınlar, kadınları daha mı iyi anlıyorlar ve anlatıyorlar acaba diye düşündüm.
Bir kadını kadın olarak, anne olarak, iş yaşamında mücadele eden biri olarak görmek başka, asker olarak görmek bambaşka…
Latife’yi okuduğumda da İpek Çalışlar’ın yazarlığından çok etkilenmiştim. Atatürk’le evlenmiş bir kadını hangimiz merak etmedik ki hem Atatürk’ü onu bilen, okuyan, yaşayan, yaşatan gençler olarak hem de bir kadın olarak? Latife’nin ihtirasları, saygısı, sevgisi, tutkusu ve sonraki dönemde içinde yaşadığı asil sessizlik beni büyülemişti. Güçlü kadınlar kaybediyorlardı, kaybetmeye mahkûmlardı sanki…
Ama Halide Edip’ten daha çok etkilendim. O da hem kazanmış hem kaybetmiş bir kadındı.
Politik meselelerde ve uzun vadeli planlarda Atatürk’e karşı çıkmak, onunla aynı görüşü paylaşmamak, nasıl bir cesaret, hele o dönem içinde nasıl kararlı bir duruştu? Bütün bunların yanında onunla omuz omuza savaşmak, günlerce at üstünde Anadolu’da bir yerden bir yere savrulmak, onun karakterini, iç dünyasını herkesten daha iyi anlamak, onu tanımak, sevmek; ama onunla yeri geldiğinde ters düşebilmek nasıl bir hayat tecrübesiydi?
Bunları yan yana getirince Halide Edip’i bir yandan seviyor, bir yandan ona hayret ediyor, bir yandan onun yerinde olmak istiyor, bir yandan da uzağına düşüyor insan… Bu gelgitle nasıl okunuyor, nasıl bitiyor kitap anlamıyorsunuz.
Kitapta çökmekte olan imparatorluğun genel durumu çok başarılı bir biçimde verilmiş. Kitabın tarihsel kısmı, İstibdat dönemi ve sonrasını bilmeyenler için muhteşem tasvirler, tahliller ve alıntılarla işlenmiş.
Kitabı okurken Halide Edip’in beni en çok etkileyen, bazen de hüzünlendiren yönü ise aşka ve hürriyete tutkuyla bağlı oluşu ve aslında ikisini de hakkını vererek yaşayamayışı oldu. İlk eşi Salih Zeki’ye duyduğu o sonsuz aşk, karşılığını asla bulamıyordu. Eşini çalıştığı yerde ziyarete gittiğinde yüzündeki yaşmaktan kim olduğunu anlayamayan görevlinin, “hanım sen az önce burada değil miydin,” demesinden eşinin kendisini aldattığını, üstüne evlendiğini anlaması yüreğimi sızlattı. Yıllar sonra Adnan Adıvar’la evlenip onunla da mutlu bir evlilik yaşamış olmasına rağmen, ömrünün sonuna kadar aşk deyince hatırladığı isim, Salih Zeki olacaktı.
Hürriyet için bu kadar mücadele etmiş bir insanın ülkesine aynı hürriyetle girip çıkamaması da çok incitici bir durumdu kuşkusuz. Dönemin hassasiyeti, bazı politikalarda Atatürk’le ters düşmesi, insanları düşündürmüş.
Kitabın bir yerinde acaba aralarında bir bağ, gizli kalmış da olsa benzer yönleri fark etmiş olmanın getirdiği bir yakınlık ve yine benzer olmanın getirdiği güçlü bir uzaklık olmuş muydu diye düşündüm. Biri başkomutan, diğeri kadınların lideri konumunda bir kadın… İkisi de güçlü, ikisi de kararlı, ikisi de hedefine odaklanmayı bilen, özel yaşamı elinin tersiyle itmiş, ülkesi uğruna biri babalığı tadamamış, diğeri de çocukları olduğu halde anneliği doğru dürüst yaşayamamış iki duygu dolu yürek… Neden olmasındı ki…
İpek Çalışlar, bir röportajında bu konu ile ilgili hiçbir nota ya da mektuba rastlamadığını belirtmişti. Onun da aynı merakı yaşadığını görünce, kadın her zaman kadın, hangi çağda yaşarsak yaşayalım, ne okursak okuyalım, hayatın içindeki meraklarımız, beklentilerimiz, heyecanlarımız ve düşündüklerimiz gelir ve birbirini bulur, diye düşündüm. Kitabı okuyan her kadın Atatürk’le Halide Edip arasında belki de hiç ama hiç hissedilmemiş bir bağı hissetmek isteyecektir.
Yaşadıkları, yaşattıkları kimi çevreler göre yanlış kimilerine göre doğru tavırlarıyla; ama hiç kuşkusuz büyük düşünürlüğü ve yazarlığıyla Halide Edip, biyografisine sığmayan bir kadın olarak hepinizi etkileyecektir.