Yahudi etiği diye bir konu vardır -ki İbranice buna musar denir- ve dindar değilim diyen kişi bile, ailesinden aldığı görgü ve terbiye gereği (veya oranda) kendini belli kurallara uymak zorunda hisseder; tıpkı yaşadığı ülkenin kanunlarına uyduğu gibi.
Geçenlerde okuduğum bir elektronik postada geçen bir ifade, beni bu konu üzerinde düşünmeye itti: Laik Yahudi olmak mümkün müdür?
Çağdaş bir Yahudi din âlimine göre, Yahudiliğin en büyük talihsizliği, din olarak algılanması oldu. Yahudilik bir yaşam biçimi, Tora (Moşe’nin Beş Kitabı – Humaş) ise hayatı kullanma kılavuzudur. Yahudiliğin ataları hata yapan, zaman zaman Tanrı’nın emirlerini ihlâl eden, pişman olan ve affedilmek için yakaran kişilerdir çünkü günahları ve sevaplarıyla, insandırlar. Onların yaşamlarından söz eden Tora, bu noktaları asla atlamaz ve örtbas etmez. Başkaldırmak ve cezalandırılmak, Tevrat’ta (Tanah) sık sık karşılaştığımız bir temadır. Amaç kuşkusuz bunlardan ders almamızı sağlamaktır.
Bu kısa açıklamadan sonra tartışma konumuza geri dönelim. İyi Yahudi veya kötü Yahudi diye bir kavram yoktur. Olsa olsa, dinî vecibelerini yerine getirmeyen Yahudiler vardır ve kimse ama hiç kimse bu kişileri ‘kötü’ diye niteleme yetkisine sahip değildir; tıpkı kimsenin, dinî vecibelerini canı gönülden yerine getiren kişileri herhangi bir şekilde yaftalama yetkisine sahip olmadığı gibi.
Ne demiştik? Yahudilik bir yaşam biçimidir ve etik kurallarını benimsemek, hayatı hem kişi, hem de çevresi için kolaylaştırma gücüne sahiptir. Gerek dinî, gerekse beşeri kanunun suç saydığı hareketlerde bulunmazsanız, cezalandırılmazsınız. Başkasının sahip olduklarına göz dikmezseniz, kendinizi boş yere mutsuz etmezsiniz. Dedikodu yapmaz, laf taşımazsanız, başınıza iş açmazsınız. Dinî beslenme kuralları kaşeruta uyarsanız, örneğin kabuklu deniz mahsulleri yemezseniz, durgun, sığ ve bulanık sularda yaşadıkları için ağır metallerle yüklü bu hayvanların bünyenize vereceği zararlardan kurtulmuş olursunuz. Tanrı’nın verdiği bütün emirlerde insanî mantık aramak gerekmez, zaten bizim aklımız O’nun yaptıklarına ermez de diyebilirdim ama bilim ilerledikçe, Kutsal Olan’ın her yaptığının bir mucize olduğu ortaya çıkıyor. Yine de tartışma konumuz bu değil.
Etik kurallara geri dönelim. Yahudiliğin Sözlü Kanunu’nun yazıya dökülmüş derlemesi olan Talmud (yazılmak zorundaydı çünkü sürgünler ve zulümler yüzünden sözlü aktarma zinciri kopma tehlikesi ile karşı karşıya kalmıştı), çok ilginç tartışmalara yer verir. Bu arada, gazetemizin yayımladığı Talmud Nedir kitabını okumadıysanız, fırsattan istifade, okumanızı öneririm. Kitabı çeviren ‘bendenizdir’ bu arada. Okunması kolaydır yani. (Burada bir gülen surat işareti olduğunu varsayın lütfen.)
Talmud’daki tartışmalardan birine göre, bir sokakta -atıyorum- bir kuruyemişçi dükkânı varsa, hemen yanına bir tane daha açamazsınız. Dükkân sahibinin rızkına mani veya ortak olamazsınız.
Bu arada izninizle bir parantez açayım. Kişinin ömrünü, sahip olacağı evlâtları ve rızkını Tanrı belirler ve verir. Dolayısıyla geçiminizi sağlayan müşterileriniz veya patronunuz değil, doğrudan Tanrı’dır. Paranın bereketi kavramını açıklayan, budur. Aynı şekilde, ömrü uzasın diye kalbine pil takılan bir kişinin, ecel gelince kalbi durur ama pil, salak gibi çalışmaya ve sinyal göndermeye devam eder.
Kuruyemişçi örneğinin daha modern bir versiyonunu günümüze taşıyacak olursak, bir işyerinde çalışıyorsanız ve rakipten daha cazip bir teklif aldıysanız, koşa koşa gitmeden önce şunu düşünmeniz gerekir: Rakip sizi niye istiyor? Eski işyerinizin müşterilerini yani portföyünüzü yanında getirmeniz için mi? Peki, siz buna hazır mısınız? Sonuçta ekmeğini yediğiniz kişi sayesinde tanıdığınız kişilere telefon açıp da, “bakın ben iş değiştirdim, size filanca yerde daha iyi hizmet veririm” diyebilecek misiniz? Hadi hazırsınız diyelim, yeni patronunuzun, müşterilerinizi bağladıktan sonra sizi kapıya koymayacağı ne malûm? Aynı müşterileri kaç kere arayıp, ben şimdi de falanca yere geçtim diyebilirsiniz?
Yahudi etiği diye bir konu vardır -ki İbranice buna musar denir- ve dindar değilim diyen kişi bile, ailesinden aldığı görgü ve terbiye gereği (veya oranda) kendini belli kurallara uymak zorunda hisseder; tıpkı yaşadığı ülkenin kanunlarına uyduğu gibi. Ancak inanç, ailenin aşılayabileceği değil, Tanrı’nın lütfederek insanın kalbine yerleştirdiği bir duygudur. İnsanın hukuk sistemi ödüllendirici değil, ilgisiz ya da cezalandırıcıdır. Başka bir deyişle, suç işlerseniz ceza alırsınız ama suç işlemediniz diye mükâfatlandırılmazsınız. Örneğin verginizi zamanında ödediğiniz için teşekkür almazsınız ama bilgisayar sistemindeki bir hatadan dolayı ödememiş görünürseniz, “hemen öde yoksa gerekli işlemler başlatılacaktır” türünden bir ifade ile anında tehdit edilirsiniz.
Oysa Kutsal Olan’ın sistemi öyle mi? Anlaşma öyle basit ve anlaşılırdır ki! “Sen benim dediklerimi yaparsan, Ben de seni korurum”.
Kolay yol varken, zor yolu seçenleri anlamak bana güç geliyor ve dini, hayatının merkezine koymayanların bile, dinî etiğe bir şekilde uyduğunu düşünüyorum. Bu yüzden de laik Yahudi kavramına tutunmanın pek kolay olmadığı kanaatindeyim.
Gelelim yeni ve son bir sorunsala. Bu gazetede yazanlar, Yahudiliği iyi bilmek zorunda mıdır? Değildir elbet. Ancak -bilmemek değil öğrenmemek ayıptır demeyeceğim- bilginin nerede bulunabileceğini öğrenememenin -her türlüsünün parmaklarımızın altında olduğu bu çağda- geçerli bahanesi olamaz.
Sayın Ege Cansen’in dediği gibi, son söz: Yazdıklarım, dar ve bencil bakış açımın ürünü olan kişisel görüşlerimdir ve benden başka kimseyi bağlamaz; ayrıca bu metin, tüm inançlara uyarlanabilir.