Günümüz ilişkilerine bakarak geçmişle ilgili tahminde bulunmak söz konusunu olduğunda insanların belki de en çok yanılacağı mesele, Müslümanlarla Yahudilerin tarihî süreçte geliştirdikleri ilişkilerdir. Milletlerin hafızası olan tarih bu yönüyle hizmetini belki de en çok Müslüman Yahudi birlikte yaşama tecrübesinde verecektir. Ne demek istediğimizi biraz açmakta fayda var.
Günümüzde özelde Müslüman-Arap genelde ise İslâm dünyasının bazı kesimlerinde Yahudi karşıtlığının çok modern bir olgu olduğunu daha baştan belirterek “Müslümanlar-Yahudiler: Müşterek Tarih-Müşterek Kader” adını koyabileceğimiz filmimizi en başa, İslâmiyet’in doğuşuna kadar sararak tarihî süreç özetlendiğinde ‘müştereklik’ten neyi kast ettiğimiz daha iyi anlaşılacaktır.
Müslüman-Yahudi birlikteliği Hz. Muhammed’in Medine’ye hicreti ile başlamıştır. Modern dönemlerde Yahudilerin Filistin’e yaptıkları ‘aliya’ların (kutsal göç) İsrail Devleti’ni ortaya çıkarması gibi, ‘hicret’ de Müslümanları yeni bir devlete kavuşturmuştur. Hicretten sonra yapılan nüfus sayımında Müslümanlar şehir nüfusunun sadece yüzde on beşlik bir kısmını oluşturuyordu. On bin nüfuslu olduğu belirtilen şehrin kalanını ise müşrikler ve ağırlıklı olarak ise Yahudiler oluşturmaktaydı.
Hicretin ilk yıllarında Müslüman-Yahudi ilişkileri çok gerilimli bir seyir takip etmiştir. Bu da anlaşılabilir bir durumdur: Müslümanlar için var olma savaşı, Yahudiler için ise o güne kadar Medine’de sürdüre geldikleri ekonomik ve sosyo-kültürel üstünlüğü elinde tutma çabası, bu gerilimin en önemli sebepleridir. Ancak bu gerilimli sürece Medine’deki bütün Yahudilerin iştirak etmediği belirtilmelidir. Günümüzde İsrail Devleti’ndeki Araplarla Yahudilerin ilişkilerine benzer şekilde, kaynaklarda Hz. Muhammed’in aynı toplumu paylaşmanın gereği olarak Yahudilerle medenî ilişkiler kurduğuna dair pek çok örnek vardır. Meselâ, O’na hizmet eden Yahudi bir genç bulunduğu, hasta olan Yahudi komşularını ziyaret ettiği, yanından geçen bir Yahudi’nin cenazesi için ayağa kalktığına dair anlatılar mevcuttur. En dikkat çeken örnek ise Kur’ân’da hanımları ‘müminlerin annesi’ olarak tanıtılan (Ahzab 33/6) Hz. Muhammed’in iki eşinin, Hz. Safiye ve Hz. Reyhane (Rebeka), Yahudi kökenli olmasıdır. Kendisi Harun Peygamberin soyundan gelen, yani Kohen ailesine mensup olan Hz. Safiye’nin vefâtına kadar Yahudi akrabalarına yardım etmeye devam etmesi, hatta vefâtında (ö. 672) mirasının üçte birlik kısmını (ki kaynaklarda bu miktarın otuz üç bin dirhem gibi yüklü bir para olduğu rivayet edilir) onlara vasiyet etmesi, o dönem Müslüman kamuoyu tarafından bırakın yadırganmayı, akrabalıktan kaynaklanan doğal bir tutum kabul edilmiştir.
Medine’de yaşanan gerilimli süreçteki olumsuz ilişkiler, ilk fetihlerle genişleyen İslâm dünyasında hâkimiyet altına alınan yeni Yahudi cemaatlerine hiçbir surette yansımamıştır. Yaşananların tamamen siyasî olduğu, dinî herhangi bir yönünün bulunmadığı, hem Müslüman hem de Yahudi cephesince gayet iyi bilinmekteydi. Bu olaylar, Müslüman-Yahudi ilişkilerini, Yahudilerin İsa’ya karşı tutumu bahane edilerek kan davasına dönüştürülen Hıristiyan-Yahudi ilişkilerine asla dönüşmemiş, kesinlikle ebedî düşmanlık konusu haline getirilmemiştir.
Hz. Muhammed’in vefatından hemen sonra başlayan fetihlerle, o dönem dünyasının büyük bir bölümü, dolayısıyla kökeni İslâm öncesi dönemlerdeki Asur, Bâbil ve Roma sürgünlerine dayanan Yahudi cemaatlerinin çoğu da İslâm idaresine girmiş oldu. Bu durum Yahudi tarihi açısından da bir dönüm noktasıdır; çünkü Süleyman Peygamber zamanından beri Yahudi cemaatleri ilk kez tek bir devletin sınırları içerisinde birbirleri ile rahat bir şekilde irtibat kurma fırsatı elde etmiş, Talmud Yahudiliği ilk kez bu kadar geniş bir coğrafyada yayılma imkânı bulmuştu. O dönem dünyasında Yahudi cemaatlerinin çoğu Atlas Okyanusu’ndan Orta Asya içlerine kadar uzanan geniş bir coğrafyaya hakim olan İslâm idaresinde yaşamıştır. O dönemde dünyanın diğer bölgelerinde de Yahudiler vardı; ancak Yahudi nüfusunun büyük çoğunluğu İslâm dünyasında yaşıyordu. Seyahat, taşınma ve yerleşme konularında herhangi bir engel de bulunmadığı için İslâm dünyasının her tarafına dağılmış durumda idiler.
İslam fetihlerinin Yahudiler için her anlamda bir iyileşme olduğu tartışmasız kabul gören bir olgudur. Yahudiler, İslâm idaresinde ‘zimme’ adı verilen ‘hukukî bir teminat’la belli bir statü kazanmış; kendilerine din, dil ve kültür hürriyeti tanındığı gibi, can ve mal emniyetleri de sağlanmıştı. Zaman zaman yaşanan bazı tatsızlıklara rağmen (ki bu tatsızlıklar aile içi kavgalara benzer şekilde devlet ile asıl unsuru teşkil eden Müslümanlar arasında da yaşanmıştır) Yahudilerin bu statüsüne dikkat edilmeye çalışılmıştır. Bu statü halife ve sultanların keyfiliğine bırakılmamış, Kur’ân ve Hz. Muhammed’in emir ve uygulamaları ile bağlayıcı hale getirilmiştir. Yahudilerin diğer din mensupları arasında bir arada yaşamak için yine Müslümanları tercih etmesi dikkat çeken bir diğer husustur. Haçlılar döneminde Suriye ve Filistin’de Yahudiler Haçlıların sürgün ve katliamlarını Müslüman komşuları ile birlikte yaşamıştır.
İslam dünyasında fikrî-siyasî karışıklıklar ile şiddet ve kaosun hakim olduğu dönemlerde dahi Yahudilerin cemaat yaşamlarına müdahale edilmemiş, kendi mahallelerinde, günümüz hahambaşılığının yetkilerine sahip bet din ve sinagog etrafında yoğunlaşan kümeler halinde ‘devlet içinde devlet’ statüsünde bir hayat sürmüşlerdir. O dönemin geçer akçası ‘tebaa’lık statüsü, fiili anlamda modern dönemlerin ‘vatandaş’lık statüsünden çoğu yönüyle ileri özellikler taşımaktaydı. Millî devletlerin kendisine benzetmeye çalıştığı azınlıklar, bazı araştırmacıların yerinde tanımıyla, İslam dünyasındaki ‘ortaçağ dinî demokrasisi’nde çok rahat bir hayat sürmüş, ‘devlet içinde devlet, hatta devletten de öte’ bir statüye sahip olmuşlardır.
Müslümanlarla karşılaşmalarının ilk asrında ‘diğeri’ne karşı asırların getirdiği tereddütler sebebiyle yeni komşularına mesafeli duran Yahudiler, zamanla bu mesafeyi kaldırmaya başlamıştır. Aynı toplumda birbirini daha yakından görme fırsatı, Yahudilerde Talmudik dönemdeki ‘diğeri’ne (Yahudi olmayan, goy) karşı katı tutum ile geliştirilen bazı sert Talmudik kuralların, İslâmî dönemde yumuşamasına sebep olmuştur. Gerçekten de her iki kesim birbirini asla yabancı görmemiştir. Karışık mahallelerde yaşam ve komşuluk ilişkilerine dair pek çok örnek vardır. Bir araya gelmek, yiyip-içip eğlenmek yadırganan bir durum olmadığı gibi, keder ve acılı günler de bu ilişki ve yardımlaşmayı pekiştirmiştir. Birbirinin fakirine el uzatmak, yetim-öksüz ya da duluna sahip çıkmak insanî bir vazifeden öte komşuluğun gereği kabul edilmiş; kıtlık ve kuraklık gibi müşterek kader anlarında dualar beraber edilmiş, her iki dince mübarek kabul edilen şahsiyetlerin türbe ve kabirleri yan yana ziyaret edilmiş, toplanan ortak paralarla tamir edilmiştir.
devam edecek...
Doç. Dr. Nuh ARSLANTAŞ kimdir?
1972 yılında Konya’da doğan Arslantaş, 1996 yılında Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nden mezun oldu. 1997’de M.Ü. İlahiyat Fakültesi İslam Tarihi Anabilim Dalı’na araştırma görevlisi oldu. M.Ü. Sosyal Bilimler Enstitüsü’nde “Emevîler Döneminde Yahudiler” (06.07.2000) isimli yüksek lisans tezini hazırladı. Yabancı hükümetlerce Türk Hükümeti emrine verilen bursla, dil öğrenmek ve sahasında akademik araştırmalar yapmak üzere 2003-2004 öğretim yılında İsrail’de (Hayfa Üniversitesi) bulundu. M.Ü. Sosyal Bilimler Enstitüsü’nde “Abbasiler ve Fatımiler Döneminde Yahudiler” (Temmuz 2007) başlıklı tezi ile doktor, “İslam Dünyasında İktisadi ve İlmi Hayatta Yahudiler” araştırması ile doçent oldu (Nisan 2010). M.Ü. İlahiyat Fakültesi İslam Tarihi Anabilim Dalı’nda öğretim üyesi olarak görev yapan Arslantaş, Arapça, İngilizce ve İbranice biliyor. Halen 11 ay süre ile Kudüs İbrani Üniversitesi Ben Zvi Enstitüsü’nde “Yahudi Tarihçiler Tarafından Osmanlı Tarihi Üzerine Yazılmış İbranice Kronikler” başlıklı projesini hazırlıyor. Arslantaş’ın çok sayıda yayınlanmış kitap, makale ve çalışması bulunuyor.