Küçükken hiç sevmezdim eylül ayını. Meşe ağaçlarından dökülen palamutlar, poyrazın etkisiyle arsızlaşan yaprakların hışırtısı, hepsi özgürlüğümün kısıtlanacağı günlerin habercisiydiler âdeta. Okul başlar başlamaz sokak yaşantım sona ererdi çünkü. Büyüdüm, yine sevemedim eylülü... Bütün garabetler eylülü bulur sanki! 6-7 Eylül olayları, 11 Eylül terörü, Adnan Menderes’in idamı, Grace Kelly’in trafik kazası (Monaco Prensesinin trajik ölümü nedense beni çok etkilemişti), Münih Olimpiyatları baskını, Neve Şalom saldırısı... Say sayabildiğin kadar! Bir de 1 Eylül’ü Barış Günü ilan edenler var. Nedenini biliyor musunuz? Almanlar 1 Eylül 1939 günü Polonya’yı işgal ederek İkinci Dünya Savaşını başlattıkları için... Seveyim böyle barış gününü!
Hadi gelin size bir 12 Eylül anımı aktarayım:
1980’de Senyor Narciso, Barselona yakınlarında mütevazı bir kalıp atölyesi işletiyordu. En büyük arzusu, makine mühendisi olduğu halde aylaklık yapan otuz üç yaşındaki oğlu Jaime’nin işletmenin başına geçmesiydi.
Senyor Narciso iflah olmaz bir Franco hayranıydı. Oysa İspanya İç Savaşı’nda cumhuriyetçilerin safında yer alan öz kardeşi milliyetçiler tarafından kurşuna dizilmişti. Senyor Narciso her nedense kardeşinin komünistler yüzünden öldüğünü düşünür, onu kurşuna dizen Franco’nun askerlerini suçlamayı aklından dahi geçirmezdi.
General Franco öleli beş yıl olmasına karşın, Senyor Narciso’nun diktatöre olan özlemi her geçen gün artıyordu. Jaime’nin aklı bu işe ermiyordu. İspanya’nın demokrasiye kavuşmuş olmasını nimet sayıyor, ülkede hâlâ etkin olan Francocular’dan hazzetmiyordu. Babasıyla sık sık sert tartışmalara girerdi. Jaime’nin Türkiye’ye gelmesine, işte böyle bir tartışmanın neticesinde karar verilmişti. İspanya’dan bakıldığında anarşinin hüküm sürdüğü ülkemiz hızla bir iç savaşa doğru sürükleniyordu. Senyor Narciso’ya göre sözde anarşist Jaime, gerçek anarşinin ne olduğunu ancak Türkiye’de yaşayarak öğrenebilirdi…
On bir Eylül Perşembe akşamı, Yeşilköy Havalimanında Jaime’yi karşıladım. Kendisini, babasının ricası üzerine, işletmemizde staj görmek bahanesiyle üç aylığına İstanbul’da konuk edecektik. Çelimsiz uzun bedeni, neredeyse göbeğine uzanan gür sakalı, boynundaki antika Zenit fotoğraf makinesi ve ayağındaki deri sandaletleriyle, devrimciden ziyade inançlı bir misyoneri andırıyordu.
Uygun bir yer bulunana dek Jaime birkaç günlüğüne konuğum olacaktı. Yazı ailece Kumburgaz’da geçiriyorduk. Almancıların çoğunlukta olduğu yazlık bir sitede vasat bir daire kiralamıştım. Sitenin merkezinde büyük ve oldukça derin bir yüzme havuzu vardı. Havuz o kadar derindi ki, sitedeki çocukların boğulmalarını önlemek için boş tutulurdu. Su yerine içinde bir voleybol filesi geriliydi. Hafta sonlarında gençler havuza inip voleybol oynarken site sakinleri de balkonlarında yaktıkları mangallarının başında oturur, çukurun içindeki maçları izlerlerdi.
O gece Jaime’yle havuz kenarında bol bol sohbet ettik. Ben anarşi ve terör belâsından dem vururken, o bana faşist felsefenin ta Platon’dan başlayan gelişimini anlattı. Ona göre İspanya’da gerçek demokrasi yoktu, Franco’nun ruhu hâlâ ülkeye hükmediyordu. Bir ara, “Orada o kadar mutsuzsan gel yer değişelim” dediğimi hatırlıyorum…
Sohbeti sonlandırıp yatmaya karar verdiğimizde gün ağarmak üzereydi. Yorgunluktan sızıp kalmıştım. Kapıya ısrarla vurulduğunu duyunca hane halkıyla birlikte ben de yataktan fırladım. Kapıda rütbesini hatırlamadığım bir subay ve tam donanımlı iki asker vardı. Erlerin arasındaysa korkudan yüzü kireç beyazı kesilmiş Jaime!
Meğer uykusunu tutturamayan Jaime, fotoğraf makinesini boynuna asmış, sabahın altısında çevreyi keşfe çıkmıştı. Daha köşeyi döndüğü anda Jaime’yi durduran fakat kendisiyle iletişim kuramayan askerler onu yaka paça araçlarına almışlardı. Kapıdaki kibar komutan, güç belâ siteyi tarif eden konuğumuza darbe nedeniyle sokağa çıkmanın yasak olduğunu kendisine anlatmamızı istiyordu. Jaime o denli korkmuştu ki, her söylenene “si,si,si” derken uzun sakalının titremesine engel olamıyordu. Komutan Jaime’nin tipinden kuşkulanmış olmalı ki ayrılmadan, sakalın hangi siyasi ya da dini akıma gönderme yaptığını sordu. Mahmurluğumdan henüz sıyrılamamış olsam da, ‘darbe’ sözcüğünün yarattığı şok tesiriyle, “Yok öyle bir şey, adam turist” demeyi başardım.
Sitenin hoparlörleri gün boyunca marş ve bildiri yayınını sürdürdü. Akşamüzeri havuzun çevresi evde oturmaktan bunalan site sakinleriyle doldu. Jaime o kadar korkmuştu ki balkona bile çıkmıyordu. Çocuklar marşların eşliğinde havuzun çevresinde koştururken yetişkinler küçük gruplar halinde olan biteni yorumluyorlardı. Herkes tedirgindi. Birden, ayağında sandaletleri, üzerinde kıllı baldırlarını açıkta bırakan bermuda tipi bol şortu ve enine geniş lacivert çizgili pijamamsı tişörtüyle Jaime belirdi. Omzunda tahta bir süpürge, kafasında kâğıttan bir şapka hoparlörden yayılan Harbiye Marşı’nın eşliğinde kaz adımlarıyla havuzun çevresinde turlamaya başladı. Her adımında uzun siyah sakalı tıpkı bir sarkaç gibi bir o yana bir bu yana savruluyordu. İkinci turunda sitenin bütün çocukları onu taklit ederek peşine takıldılar. Üçüncü turda ‘bölük’ kalabalıklaştı, kimi yetişkinler bu traji-komik geçit törenine katılmaktan kendilerini alamamıştı. Bir süre sonra balkondakiler bu garip resmigeçit alayını tempo tutarak alkışlamaya başladı. Konuğum korkusunu yenmiş, gururla gülümsüyordu. Onun sayesinde yazlık sitemiz askerî darbeyi farklı bir coşkuyla karşılamıştı.
Jaime dört gün sonra ülkesine döndü. Döner dönmez sakalını kesti ve babasının yanında çalışmaya başladı. İşini büyüten Senyor Narciso nedense Türkiye’ye ve darbeyi gerçekleştirenlere hep minnet duydu.
Benimse hayatımda önemli bir değişiklik olmadı; otuz yaşındaydım ve bu gördüğüm üçüncü askeri darbeydi…