Ezan sesi çan sesine karışır

Köşe Yazısı
15 Eylül 2010 Çarşamba

Vladi BENBANASTE


Küçük bir okuyucu anketi yaptım… Antakya’ya devam mı? Sonuç olumluydu. Konuyla ilgili son yazımda, biraz farklı, biraz neşeli not ve fıkralardan oluşan bir derleme yaptım sizler için. Bu kıyağımı da unutmazsınız artık! 40 küsur derece sıcaklarda taaaaa oralara gitmişim, fotoğraflar çekmişim, araştırmışım, sizin için dokümanlar toplamışım, eee artık bi zahmet klimalı bir ortamda, keyifle, Antakya belgeselinin devamını okumak kalmış. Fena mı yani? (yazdıklarımı hiç bir kitapta bulamazsınız ona göre!)

Önce, “Sürekli bahsettiğimiz Antakya ismi nereden gelmiş biliyor musunuz?” diye soralım ve peşinden hemen cevaplayalım. İsim babası büyük İskender’in komutanlarından Seleucus Nikator. Seleucus, babası Antiochus’a olan büyük sevgisinden, onun isminden esinlenerek bu şehre ‘Antiocheia’ adını vermiş. Daha sonra bir karmaşıklığı düzeltelim… Hatay ilin adı, Antakya merkez ilçe, İskenderun bir ilçe…  İşte bunlar böylece biline.

Peki nedir Antakya’yı Antakya yapan? Üç büyük dinin buluştuğu Antakya’da cami, kilise ve sinagogun yan yana olmasıdır. Otobüs rehberimiz çok güzel bir cümle söyledi: “Ezan sesi çan sesine, diller dillere karışır ama Antakya’da kimse kimseye karışmaz”. Peki, bu gerçek mi? Kulaktan kulağa gelen şehir efsanesi olmasın sakın… Yooo bizzat kendim gittim, gezdim, gördüm… ( Veni, Vidi, Vici ) Yetinmedim, papazla konuştum, orada yaşayan Yahudilerle konuştum; taksi şoförüyle, esnafla, kısaca sokaktaki adamla konuştum. Hepsi de bu tezi destekledi.

Şaul Cenudi’nin ağzından çocukluğundaki Antakya’daki Şabat’ı dinleyelim…

“Bundan 50–60 sene önce, o zamanlar ben on yasındayım. Şabat günü büyükler mümkün mü arabayla binsinler, şehre insinler? Hadi diyelim şehre bir şekilde indiler, mümkün mü dükkân açsınlar? Mümkün mü Şabat’a bakmasınlar? Değildi tabii. Cuma günü saat 15:00’te herkes işini kapatır, eve gider hazırlanırdı. Ev kadınları bütün gün mutfakta hem cuma akşamı, hem de cumartesi günü için yemek hazırlarlardı… Akşam elektrik yoktu o yıllarda, gaz lambası vardı. Elektrik yeni yeni gelmeye başlamıştı… Gaz lambası Şabat’tan önce yakılır, yatmadan önce komşudan rica edilir, o da gelir lambayı söndürürdü…”

Kayınvalidem geçmişten bir filmi izler gibi… Gözleri dalgın… “Çanakkale’de de aynen böyleydi” diye ilave etti…

Şaul abime sordum; “Kaç kardeşsiniz?” “5 erkek” dedi. Cevap böyle gelince durumu anlıyorum; “Peki ya kız?”  “Bir de kız” dedi. Anadolu’nun pek çok yöresinde olduğu gibi, kardeş deyince sadece erkekler sayılıyor… Bir soru daha; “Peki annenize sorsak kaç çocuğunuz var, nasıl cevaplardı bu sorumuzu?” “Bir kızım, beş oğlum var” derdi… “Önce kızı sayardı” diye içtenlikle cevapladı… Hoşuma gitti… Bu; yöreye nasıl adapte olunduğunun güzel bir göstergesi olsa gerek! Devam ediyoruz sohbetimize…

“1950’lerde buralarda yaklaşık 800 -900 kişi vardık, kardeşçe yaşadık. Mesela, Pesah Bayramı’nda valisi, kaymakamı bayramımızı tebrik etmeye gelirlerdi… Bizler de onların bayramlarında onları ziyarete giderdik…”

Laf lafı açıyor, sohbet güzel, ama arkadaşım Efo bekliyor, artık gitme zamanımız geldi

Vakıflı Ermeni köyü

Yine otobüsteyiz, Hatay’ın Samandağı bölgesindeki Yedi Ermeni Köyü’nden son kalan vakıflı köyünü ziyarete gidiyoruz. Bu köyde iki farklı kültür yıllardır huzur içinde bir arada yaşıyor. Burada, bu köyde yaşamaya başlarsanız kimin Arap kimin Türk, kimin Ermeni ya da kimin Müslüman olduğunu anlayamazsınız. ‘Bunun önemi de yok’ diye ekliyorlar. Burada herkes Türkçe de konuşur, Arapça da. Alevi’si Sünni’si iç içedir. Camiye de gideriz, yeri gelir kiliseyi ziyaret ederiz, bazı günler sinagoga da. Ermenistan dışında, dünyada Ermenilerin böyle toplu halde yaşadığı başka bir yer yok. 1915 olaylarından sonra bazı Ermeniler Suriye’ye göç etmişler ancak zaman içinde bazıları geri gelmiş doğduğu yaşadığı bu topraklara. O günden bu güne rahat bir şekilde yaşarlar. Nüfus 130–140 gibi. Bir kiliseleri var… Papazı şimdilik yok… Şu anda nişanlı, evlenince geri gelecekmiş…(Böylece bazı papazların evlenebileceğini öğrendik. Daha üst seviyelere doğru gidildikçe evlenilmezmiş) Maalesef burada gençler yaşamıyor… Onlar büyük şehirlere gidiyorlar (Antakya Yahudileri’nin sorunu gibi). Köyün en yaşlısı Avedis dede 93 yaşında… Avedis müjdeleyici anlamına gelirmiş. Hem İsmet hem de Erdal İnönü’yü tanırmış… Rehberimiz Avedis dedenin İsmet İnönü’yle olan anısını da daha sonra anlatacağını söylüyor. Ancak biz köyü gezip yolumuza devam ediyoruz…

Yer gök tarihi eser!

Antakya’nın bir başka güzel özelliği de her yerinde tarihi eserlerle karşılaşıyor olmanız. Dört otobüs, üç tam gün bu güzellikleri gezdik. Bugün dünyanın 2. büyük mozaik müzesinde sergilenenler gerçekten görülmeye değer. Her yıl yeni eserler bulunuyor, onarılmayacak, sergilenemeyecek diye yerinden çıkartılamıyor, üstü tekrar örtülüp yıllarca kaldığı gibi korunmaya çalışılıyor. Bir yerde bir otel kazısı için normalden daha derin bir temel kazılsa genelde tarihi eserler çıkıyor; bir caddenin altında 3 km’lik 27 m eninde sütunlu mermerli bir cadde bulunmuş… Çıkarılması mümkün değil üzerinde yeni yerleşimler var açılamıyor… Müzeler yetersiz, sergileme teknolojisi eski bu sebeple yenilerine ihtiyaç var! “Yapılacakmış!” diyor rehberimiz…

Biraz da tebessüm: Teşekkürler Miriam Şulam ?- Efrayim’in çocukken yaşadığı ev, bugünkü adı Kışla Saray olan zenginler mahallesi olarak da bilinen ‘Küçük Park’ taymış. Yeni Antakya’nın ilk mahallesi. Evleri, okula üç dakikalık yürüyüş mesafesindeymiş, o yüzden Efrayim her zaman okulda geç kâğıdıyla sınıfa girermiş. ?- Antakya’da kadınlar çok titizmiş. Eve girmeden mutlaka ayakkabı çıkartılırmış. Rivayet bu ya; bir gün bir eve hırsız girmiş. Bunu ilk fark eden evin kızı olmuş, koşup annesine haber vermiş. Anne koşarak salona girmiş ve ilk tepkisi “Vay namussuz herif, içeri ayakkabılarıyla mı girmiş!” olmuş. ?- Çaydanlık, demlik, kapak, şeker ve kaşık… Bunlar ailenin fertlerini temsil edermiş. Çaydanlık: kaynana; demlik: gelin; kapak da: kayınpeder. Şimdi; kaynana alttan kaynatırmış üstteki gelini, gelin deliye dönünce taşarmış, bu durumda ortalığı kim sakinleştirecek? Tabii ki kapak! Kayınpeder devreye girer kapağı açarak ortalığı yatıştırırmış… Çay kaşığı: görümceye denirmiş, ortalığı karıştırdığı için. Ehh haliyle çay deyince şeker de olacak… Şeker de çocuklarmış. Ortalığı tatlandıran, bir şeker az, iki şeker yetmez, en az üç de şeker gerekirmiş... Fazlası da bulantı yaparmış…

Yüzünüzde beliren tatlı gülümseme hiç eksik olmasın… Antakya’dan bu kadar!

Sevgiyle kalın…