“Dinleyin ey halklar, kulak verin dünyanın sakinleri, küçük ve büyükler, zengin ve yoksullar! Ağzımdan erdemli sözler, kalbimden mantıklı düşünceler dökülecek.
Kötü günlerden neden korkacakmışım? Onlar mallarına mülklerine güveniyor, büyük zenginlikleri ile böbürleniyorlar. Oysa ne birbirlerini kurtarabilirler, ne de Tanrı’ya günahlarının kefaretini ödeyebilirler. Ruhlarının kurtulması için verilmesi gereken bedel ağırdır, bu yüzden asla başaramayacaklar. Sonsuza dek yaşayıp, çukurdan kaçamayacaklar; çünkü o çukuru, yani mezarı görecekler. Bilge kişiler ölür. Akılsız ve kafasızlar da ölür. Mallarını başkalarına bırakırlar. Sanırlar ki evleri sonsuza dek ayakta kalacak. Konutlarının nesilden nesle geçeceğini düşünürler. Adlarını arazilere verirler. Halbuki insanoğlunun görkemi kısa sürer ama bunu anlamazlar. Koyunlar gibi öteki dünyaya doğru giderler. Ölüm onları tüketir ve dürüstler, tan vakti onlara hükmeder.
Bir kişi zenginleştiğinde, evinin görkemini artırdığında korkma çünkü hiçbir şeyi beraberinde götüremeyecek. Yaşadığı sürece kendini ne kadar mutlu sayarsa saysın, ışığı bir daha göremeyecek olan atalarının yanına gidecek. Onurlandırılan ama bunu anlamayan kişi, uyutulmuş (öldürülmüş) hayvan gibidir.”
Bu satırların yazarı ben miyim? Değilim tabii. 49 sayılı mizmoru, bazı yorumları da metne ekleyerek serbest bir şekilde tercüme ettim.
49 sayılı mizmor, Moşe’nin yerine geçmek ve İbranilerin lideri olmak isteyen, bu yüzden de Tanrı tarafından ölümle cezalandırılan Korah’ın oğulları tarafından yazılmış. Kabaca bir hesapla, 3300 yıl önce. O günden beri değişen fazla bir şey olmadığını görmek üzücü, öyle değil mi? İnsanoğlu kendini maddiyata kaptırıyor, yatlara, binalara, sokaklara ismini veriyor ve sanıyor ki bu düzen sonsuza dek bozulmayacak. Halbuki gerçekleşeceğinden yüzde yüz emin olduğumuz tek bir olay var, o da ölüm.
Kral Şelomo’ya atfedilen ve Tanah’ın (Tevrat) yirmi dört kitabından biri olan Koelet’te (Vaiz), yazar Hevel Hevalim (her şey boş) teması üzerinde ısrarla durur. Kastettiklerinden bir kısmı, hiç kuşku yok ki yukarıdakilerdir.
Yeni yıla uygun bir yazı mı bu, diye soracaklar olabilir. Bilmeyenler ve unutanlar için biraz açıklama yapayım. Tanrı, Roş Aşana ile Yom Kipur arasındaki on günlük süre zarfında Yargı Defterlerini açar ve herkesi, önceki yıl yaptıkları (ya da yapmadıkları) konusunda yargılar. Bu on günlük süreye Yamim Norayim, yani Ulu Günler denir. Kişinin gündelik yaşamın hayhuyundan kaçarak kendine dönmesi ve bir tür hesaplaşmaya girmesi, bunun sonucunda da teşuva yapması (pişmanlık duyması) beklenir.
Roş Aşana’yı bayram addedip affedileceklerinden çok emin olanlar, yeni yılın ilk iki günü beyaz giyermiş. İnsanın kendinden böylesine emin olması pek güzel tabii. Ancak ben o kadar iyimser değilim. Kendimi biliyorum ve eylemlerimle isteyerek değilse bile, düşüncelerimle, konuşmalarımla, bilgiçliğim ve bilgisizliğimle işlediğim günahların farkındayım. Ve yazımı bu on günlük süre içinde yazdığımdan, kalbini kırdığım herkesten özür diliyorum.
Yeni bir yıl havasına (güncel tabirle “moduna”), Yom Kipur’dan sonra girmeyi umuyorum. 5771 yılına yaptıklarım ve yapmadıklarım için affedilmek için yalvarmış, kırgınlıklarımı kafamdan silmiş bir durumda girmeyi arzu ediyorum.
Roş Aşana’dan birkaç gün önce Kıbrıs’a gitme fırsatım oldu. Beni tanıyanlar, bu güzel adaya aşkla bağlı olduğumu bilir. Kıbrıs’ın öncelikle sakinliğini severim; alçıtaşı kayalarının, özellikle güneş batarken altın rengine bürünüşünü, halkının her şeyi ağırdan alışını, kavgasız gürültüsüz yaşamanın sırrını keşfedişini...
Otelin bomboş plajında eşimle keyif yapıyorduk ki, kelli felli diye tabir edebileceğim iki adam geldi, deniz gözlüklerini taktı ve suya girdi. Bir süre sonra sesleri duyuldu. Altlarından geçen balıkların çeşitliliğine hayret ediyorlardı. Kefal, karagöz ve hatta palamut. Ardından biri bombayı patlattı: “Şimdi bir zıpkın olsaydı, bunların bir tanesi bile kalmazdı.” İnanın dehşete düştüm. On kulaç attıktan sonra güzelim balıkların serbestçe yüzdüğü bir sudasınız ve şükredeceğiniz yerde, aklınıza tek gelen o balıkları yok etmek.
Şimdi yazının başlığına geri dönebilirim işte. Hangi devirdeyiz? Bence hâlâ insanın avcı toplayıcı olduğu taş devrindeyiz. Milyon yıl boyunca, bir arpa boyu bile yol almadık.
5771 yılının barışçı ve yapıcı düşünceler getirmesi umuduyla...