ABD Başkanı Obama ve Dışişleri Bakanı Clinton himayelerinde başlatılan İsrail-Filistin barış görüşmeleri Mısır Cumhurbaşkanı Mübarek ve Ürdün Kralı Abdullah’ın sağdıçlıklarıyla desteklendi. Bu barış sürecinin bir parçası olmak istemeyen Hamas ile Ortadoğu’da söz sahibi olmak isteyen AB, Rusya ve Birleşmiş Milletler devre dışı görünüyorlar. ‘Monşer’lerin etkisinden ‘kurtarılan’ Türkiye dış siyaseti, mevcut hükümetin, tavrını Hamas ve İran saflarında belirlemiş olması cihetiyle süreçten otomatik olarak soyutlanmış durumda.
1991 Madrid sürecinden bu yana barış retoriğinde (söyleminde) görülen en büyük değişiklik, mahiyetten ziyade ‘Yahudi devleti’ kavramının, önce toplumsal aidiyete vurgu yapan ‘Yahudilerin devleti’ ve nihayet bu konudaki kavram kargaşasını bitirip son noktayı koyan ‘Yahudi halkının ulus devleti’ tarifinin uluslararası ilişkiler jargonunda yerini almış olmasıdır.
Batı medeniyetinin koyduğu standartlar çerçevesinde evvelce şekillenmiş olan ‘Yahudi’ kavramı, Yahudilik bağlamında etnik aidiyeti dinsel aidiyetten doğru dürüst ayırt etmeyi beceremiyordu. İngilizce ‘Jew’ terimi Yahudi bireyi, ‘Jewish’ terimi ise onun dinsel kimliğine vurgu yapmasına rağmen, iş ‘Yahudilerin devleti’ demeye gelince kullanılan ‘The Jewish State’ ifadesi kelimenin dinsel anlamına saplanıp kalıyordu.
Oysa, Türkçe’nin zenginliği, dinsel aidiyete vurgu yapan Musevi ile toplumsal aidiyete vurgu yapan Yahudi kavramlarını ayırt etmeye daha müsaitti.
Buna rağmen, Türk toplumu, günümüze dek Osmanlı’dan miras kalıp dinsel aidiyete vurgu yapan ‘millet’ kavramı yüzünden, ‘Musevi’ ifadesini ‘Yahudi’ demenin ‘kibarcası’ olarak değerlendirip öyle kullandı. Özetle, bu iki kavramın yerli yerinde kullanılmasında ciddi fayda var.
Batılı ülkelerden Fransa ve Almanya’da Yahudilerin dinsel aidiyetlerini ‘kibarca’ ifade etmek için on dokuzuncu ve yirminci yüzyıllarda, yaygın olan ‘Juif / Jude’ terimleri yerine ‘Israélite / Israelitisch’ (İsrailî) kavramı kullanıldı. Bu kavram, özellikle İngilizce lisanında Kutsal Kitap’taki tarihi İsrailoğullarını ve o devrin Yahudi halkını tesmiye etmek için kullanılmakta.
Eski bir medeniyet olan Yunanlılar günümüz Yahudilerine atıfta bulundukları zaman İbrani anlamına gelen ‘Evreos’, tarihî Yahudileri kast ettikleri zaman ise ona ilaveten ‘İudaios’ terimini kullanmaktalar. Tarihteki Romalıların varisi olan İtalyanlar da Yunanlılar gibi ‘Ebreo’, keza Ruslar da ‘Evrei’ terimini kullanmaktalar.
Yahudi halkının ulus devleti İsrail’in kurulmasıyla Fransız kültüründe yeni bir kavram vücut buldu: ‘l’État hébreux’ (İbrani Devleti)! Arap ülkeleriyse yakın zamana kadar ‘İsrail’ kelimesini kullanmamak için epey direndiler. İsrail’in varlığını kabul etmeyen Arap ülkeleri nezdinde bu devlet için halen kullanılmakta olan isim sadece bir sıfat: ‘Siyonist varlık!’ Bu konuda yapılan şeytanlaştırma telkinlerinin etkisinde kalan günümüz Türk kamuoyunda da Siyonist sıfatı, Soğuk Savaş günlerindeki ‘Gomonist’ veya ‘Kominist’ kadar kötü çağrışımlar yapıyor. Kısaca tarif edecek olursak, Siyonizm, Yahudi halkının tarihi anavatanı olan İsrail topraklarında kendi kaderini tayin edebileceği bağımsız bir devlet kurma ülküsüne verilen isimdir.
Ortadoğu anlaşmazlığı niye sürüyor?
Anlaşmazlığın sürmesinin ana nedeni Arapların, amca oğulları olan Yahudileri görmeye alışmış oldukları Zımmî konumlarından sıyrılıp egemen siyasi bir oluşum, yani bir devlet kurmalarını/kurabilmelerini hazmedememeleri ve buna dinsel karineleri işlevselleştirerek karşı çıkmalarıdır. Yılların telkiniyle, Yahudilerin devleti İsrail’i ortadan kaldırıp halkını denize dökmek, Arap bilinçaltında vazgeçemedikleri bir fikr-i sabite dönüşmüş durumda. Bu fikr-i sabitin iyileşememesinin sebeplerinden başlıcası ise, İsrail’in mevcut sınırlarının savunulması güç olması cihetiyle saldırıyı davet edip devletin ortadan kaldırılabileceği konusundaki kanıyı canlı tutmasından kaynaklanmakta.
Ortadoğu barışının ‘olmazsa olmaz’ şartları nelerdir?
Arzulanan Ortadoğu barışının olmazsa olmaz şartları, İsrail’in Arap komşuları tarafından Yahudi halkının ulus devleti olarak tanınması, Arapların bu keyfiyeti içselleştirilmeleri ve İsrail’in, bekasının güvencesi olan savunulabilir sınırlara sahip olması gereğidir. Çorak ve ıssız Necef (Negev) Çölü hariç tutulursa, Yahudi ve Arap milliyetçiliklerinin kavga ettiği toprakların 200 km boyunda ve 50 km eninde bir kıyı şeridinden ibaret bir mikro coğrafya olduğunu görülür. Akdeniz’le Ürdün Nehri arasında sıkışmış olan İsrail’in, barış olabilmesi için gerileyecek bir toprak derinliği mevcut değildir. Bir ülkenin yegane uluslararası sivil hava alanı omuzdan atılacak bir füzenin menzili içinde kalıyorsa bu, barışın, kendi başına buyruk hareket edebilecek bir teröristin ipoteğinde olduğu anlamına gelir. Konuya ilgi duyanların önlerine 1967 öncesi sınırların Akdeniz’den mesafesini gösteren bir İsrail haritası koymaları ve onu dikkatle inceledikten sonra bir mütalaaya varmaları gerekir. Barış için İsrail tarafından Filistin Özerk Yönetimi’ne devredilmiş olan Kalkilya-Tulkarem aksının Akdeniz’e olan mesafesi 15 km’dir! (Eminönü-Zeytinburnu mesafesi) Üstelik İsraillilerin, barış perspektifinde, bölge ülkelerine dağılmış olan Filistinli Arap mültecilerin kurulacak olan Filistin devleti topraklarına dönmelerine herhangi bir itirazı da yoktur.
Özetle, Ortadoğu sorununun çözümü öncelikle ‘yaşayabilir ve bunu sürdürebilir’ mahiyette bir Yahudi ulus devletinin varlığının güvenceye alınmasına endekslidir. Bu güvencenin sağlanması, İsrail’e komşu olarak kurulması arzu edilen Filistin Devleti’nin askersizleştirilmesi ve onun İsrail’e düşman oluşumlarla siyasî/askerî ilişkilere girmesinin engellenmesiyle mümkündür.
Kendi kaderini tayin hakkını 22 devletle Atlas Okyanusu’ndan Hint Okyanusu’na kadar bugünkü İsrail’in 650 katı toprakla gerçekleştirmiş olan büyük Arap ulusu aynı coğrafyanın bir cirminde Yahudi halkına, üstelik Yahudilerin kendi öz anavatanlarında, devlet olma hakkını tanımakta zorlanmaktadır.
İsrail/Filistin coğrafyasında yaşayan Araplar farklı bir millet olmayıp, din, dil, kültür, ırk, özellikleri açısından İsrail’e 50 km mesafede olan Şam yani Suriye Araplarıyla aynı halkın fertleridirler.
Barışın bölgeye gelebilmesi için, bu büyük Arap ulusu, fertlerinden cüzi bir kısmının (İsrailli Araplar), Yahudi halkının ulus devleti olan egemen İsrail Devleti sınırları dahilinde yaşamasını kabullenmek zorunda. Sorunun temeli budur. Bu temel veri Arap dünyası tarafından hazmedilmedikçe Ortadoğu barışının gerçekleşme şansı yoktur.
Barış için pazarlık masasına oturan Netanyahu ve Abbas’a zihin açıklığı, basiret ve bilgelik dileyelim.