Adamın biri her mehtaplı gecede alır başını deniz kıyısına gidermiş. Döndüğünde çevresindekiler ona şu soruyu sorarlarmış:“Ne gördün?”Adam her defasında“Dünya güzeli denizkızları gördüm, altın saçlarını gümüş taraklarla tarıyorlardı.”dermiş. Bir gece, yine tek başına deniz kıyısına vardığında gerçekten dünya güzeli kızları görmüş. Hem de altın saçlarını gümüş taraklarla tarıyorlarmış hayal ettiği gibi. Döndüğünde çevresindekiler yine sormuşlar: “Ne gördün.”Adam “Hiiç” demiş. “Hiçbir şey!”
Oscar Wilde
Haldun Taner, öyküdeki adamın insanı anlam arayışına sürükleyen cevabını şöyle yorumlamış: “Bir hayalin gerçek olması kadar hayal kırıcı bir şey yoktur!”
Yalnızca hayallerimizi süslüyor bile olsalar, bize ait olan herhangi bir ‘değer’e değer vermek, değerini bilmek, ona sahip olmanın mutluluğunu yaşamaktan defalarca fazla ruhumuzu ve yaşamımızı besler.
Kişisel gelişimci ve yazar Ahmet Şerif İzgören, değer vermeyi, kendimizi sevmek ile ilintiler. “Değer vermek kendinizle başlar. Kendine değer vermeyenin çevresine değer vermesi imkânsızdır. Ancak kendinizi severseniz etrafınızdakileri sevmeye başlarsınız” der.
Biz kendimize yeterli değeri vermezsek, diğer insanlardan bizim kendimize veremediğimiz bir şeyi bize vermelerini beklememiz ütopik bir düşüncedir. Kendimize değer vermek ise kendimizi sevmek ile ilişkili bir duygudur. Kendimizi sevmek, kendi kendimize verebileceğimiz en yüksek değer ve en güzel hediyedir. Kendimizi sevmek, kendimizi her halimizle kabul edip kendimize yetebilmek, -geçici değil- kalıcı olan değerlerimizle, rol yapmadan olduğumuz gibi yaşayabilmek demektir. Kendimizi sevmek, yaşamımızda karşılaştığımız birçok sorunun çözümü, çektiğimiz acıların ilacı, daha da önemlisi yaşamımızdaki değerlerin değerini bilebilmenin, dolayısı ile değerlerimize değer verebilmenin ilk adımıdır.
Bahçemizin bir köşesinde yılın on ayını çiçekli geçiren bir sarıpapatya düşünün... O papatya bizimdir ama onunla yetinmez ve bir gülümüz olsun isteriz. Gözümüzü bürüyen gülü bulmanın hırsı ile haftada yarım fincan su ile bile yetinebilen papatyamızı bir kenarda unutur, ihmal ederiz. Gün gelir de gülü bulamayıp papatyamıza geri dönmek istediğimizde, bir de bakarız ki değer vermediğimiz papatyamız ya kurumuş ya da onun değerini bilen bir başkasının gülü oluvermiştir.
Biraz düşünürsek, hayatımızın bir köşesinde yerlerini almış birçok papatyalar fark ederiz. Onlar hep orada öyle sessizce dururlar. Öteden beri hep oradadırlar ve sanki hep orada olacaklardır diye düşünür, onları kanıksar, onlara hak ettikleri değeri vermeyiz. Yozlaşan yaşamımızın yozlaşmışlığına inat, bir gün değer verilmeyişlerine isyan edip hayatımızdan çıkıp gidebileceklerini hiç mi hiç düşünmeyiz... Var olan düzenimizin sürekli devam edeceğini düşünürken aniden fark ederiz ki, ne eski düzen kalmıştır ortada, ne de değerlendiremediğimiz o güzelim değerler...
Kaybettiğimiz değerlerin değerlerini ne yazık ki kaybettikten sonra fark ederiz. Çoğu kez düşüncelerimizi paylaşmadığımız, söyleyeceklerimizi en başından söyleyemediğimiz için yara alırız derinlerde bir yerlerimizden. Nedense hep sona yaklaştığımızda korkarız bir şeylerimizi kaybetmekten. Kendi kendimizi sorgulamaya işte o zaman başlarız… Ama artık geç kalmışızdır... ‘Son’ ya kapıdadır ya da çook uzaklarda...
Hiçbir şey konuya uygun bir öykü kadar derinliklerimize taşıyamaz anlatılmak istenenleri:
Vaktiyle ergin bir şeyh, yıllarca yanında yetiştirdiği müridini sınamak ister. Eline iri bir pırlanta verip: “Oğlum” der “Bunu al, önüne gelen esnafa göster, kaç para verdiklerini sor, en son da kuyumcuya göster. Hiç kimseye satmadan sadece fiyatlarını ve ne dediklerini öğren, gel bana bildir.”
Mürit elinde pırlanta bir bakkal dükkânına girer ve elindekini uzatarak “Şunu alır mısınız?” diye sorar. Bakkal parlak bir boncuğa benzettiği mücevheri alır; elinde evirir çevirir; sonra: “Buna bir tek lira veririm. Bizim çocuk oynasın” der. Mürit teşekkür edip çıkar.
Bir manifaturacıya gider. O da parlak bir taşa benzettiği mücevhere ancak bir beş lira vermeye razı olur. Üçüncü olarak semerciye gider: “Buna ne verirsiniz?” diye sorar. Semerci şöyle bir bakar, “Bu” der “benim semerlere iyi süs olur. Bundan “kaş” dediğimiz süslerden yaparım. Buna bir on lira veririm.”
Mürit şeyhinin buyurduğu gibi en son olarak kuyumcuya gider. Kuyumcu mücevheri görünce yerinden fırlar. “Bu kadar büyük pırlantayı nereden buldun?” diye hayretle bağırır ve hemen ilâve eder. “Buna kaç lira istiyorsun?” Mürit sorar: “Siz ne veriyorsunuz?”“Ne istiyorsan veririm.” der kuyumcu. Mürit, “Hayır veremem!..” diye taşı almak için uzanınca kuyumcu yalvarmaya başlar: “Ne olur bunu bana sat. Dükkânımı, evimi, hatta arsalarımı vereyim.” Mürit onun emanet olduğunu, satmaya yetkili olmadığını, ancak fiyat öğrenmesini istediklerini anlatıncaya kadar bir hayli dil döker.
Şeyhinin yanına dönen mürit büyük bir şaşkınlık içinde macerasını anlatır. Şeyh sorar: “Bundan ne anladın?”
Müridin verdiği cevap çok doğrudur:
“Bir şey ancak değerini bilenin yanında kıymetlidir!”
***
Kaynağını bulamadığım ‘Değer’ isimli bir şiirden seçerek aldığım düşündürücü dizeler ile baş başa bırakayım sizleri…
Verdiğin değer seni değerli kılmıyorsa, sevdiklerine değil kendine kız / Çünkü değer verişin değerli kılınmak içinse, değer verende eksik ararız / Değer bilmeyen senin değerini geç olsa da görür / Ama o zaman geç olur...
Değer bilmek... Değer vermek / Görünüşte kolay olsa da kimi zaman hayli zor olur / Önemli olan geçici değerler değil, değerli kalanlar olur / Değerin değerini belirlemek ise yalnızca değer vermekle olur.
Değer ya verilir ya bilinir / Ortası yoktur, sadece değerliye değerli denilir / Bilmem ki değer verdiklerin sana değer vermezse onlara daha ne denilir...
Değer senden değil, değer verenden gelir / İstersen kendinden bil, değer verilmeden nasıl değer gelir? / Bunlar belki kulağa nahoş gelir / Ama gönülden mana-i hakikatten gelir.
Değerini bildiğiniz değerlerinizle değerlenen günler diliyorum sizlere...