Benim Beyoğlu’m…

Köşe Yazısı
29 Eylül 2010 Çarşamba

Ben Beyoğlu’na gitmeyi sevmem; içimde gömülmüş klostrofobiyi belki seneler önce gittiğim Kapadokya ve eski Nişantaşı evlerinde bulunan asansörlerden sonra en çok ortaya çıkaran mekândır Beyoğlu. Özellikle de İstiklal Caddesi. İnsanların üzerime üzerime yürüdüğünü hissederim. 1990’lı yılların ortalarında Canan Erçetin’in Beyoğlu’nda çektiği meşhur klibi hatırlarım bazen, İstiklal Caddesi’nde yürürken tüm o insanların üzerime geldiğini hissederim, boğulurum. Biran önce varılması gereken mekâna varmak ya da en yakın taksiye ulaşıp başka bir semte doğru yol almak isteği doğar içime. Dolayısıyla bu yazımı yakın çevremden biri okursa “Hangi Beyoğlu’n? Sen Beyoğlu’nu sevmezsin ki” diyebilir. Bu başlığa böyle bir reaksiyon bekliyorum. Nitekim beni Beyoğlu’na gitmeye ikna edebilecek, kandırmak için kullanılabilecek istisnai durumlar her zaman çıkabilir; sevdiğim bir arkadaşımın doğum günü, görülmeye değer ilginç bir sergi, beğenime uygun İngilizce kitaplar bulabileceğim nadir yerlerden biri olan Pandora ziyaretleri ve de çocukluğumdan beri ‘tatlı’ anılarla dolu İnci Pastanesi…

***

Birkaç gün önce Posta Gazetesi’nde Merve Özaytekin’in hazırladığı bir haberde İnci Pastanesi’nin tarihe karışabileceğini okudum. Bir insan güzel profiterol yapan bir pastanenin kapatılma ihtimali olduğunu okuyunca hüzünlenebilir mi? Hüzünlenebilir… Hatta bazılarının gözleri bile dolabilir. Aslında kaybedilen profiterol veya ev yapımı limonatadan ötedir çünkü. Çocukluk yıllarından otuzlu yaşların ortalarına kadar yaşanan anılardır Cercle d’Orient’la birlikte yıkılacak olan. 1880’li yıllarda mimar Alexandre Vallaury tarafından yapılan ve Beyoğlu’nun simgelerinden olan bu bina yıkılacak mı, yenilenecek mi, alışveriş merkezine mi dönüşecek belli olacak yakında fakat Emek Sineması’nın, İnci Pastanesi’nin olmadığı bir Beyoğlu’nun, bu semti gönülden sevenleri çok hüzünlendireceği kesin. Meşhur pasta ustası Luka Zigori’nin sanatını aktardığı Musa Ateş’in profiterolleri sanırım çok özlenecek…

***

Geçtiğimiz hafta uzun bir aradan sonra keyifli bir arkadaş gurubuyla yolumuz Beyoğlu’na düştü. Beyoğlu’na kadar gelmişken Borusan Kültür Sanat Merkezi’nde yer alan Madde-Işık Sergisi’ni ziyaret etme fırsatım oldu. Bu iki öğenin iletişimden bazen maddenin ışığa, bazen de ışığın maddeye dönüştüğü bu sergi aslında ilginç. Önemli bir eksiği ise sergi hakkında önceden okuyup bilgi sahibi olunmadığı takdirde sizi bilgilendirecek, ne gördüğünüzü anlatabilecek bir rehberin etrafta olmaması. En azından benim gittiğim gün durum buydu. İlginç fikirlerle doğmuş bu sergiyi daha iyi anlayabilmek isterdim. 9 Ekim’e kadar sürecek serginin alt katındaki üç boyutlu Türkiye resimleri görülmeye değer. Bugün cep telefonlarıyla rahatça konuşabiliyorsak eğer, bizlerin de üç boyutlu fotoğrafları çekebileceği günler çok uzakta olmasa gerek.

Bir sonraki Beyoğlu’na kadar…