Ne Pazardı ama! Kılıçdaroğlu rüzgarının estiği hafta sonundan değil, öncekinden söz ediyorum. On beş günde bir yazmanın bedeli olsa gerek, gündem çabuk eskiyor. O gün yer gök sarı-lacivert renklere bürünmüştü adeta. Öğle üzeri saatlerinde Karaköy’e gitmek üzere Kadıköy’den vapura binmiştim. Kadıköy meydanı bayram yeri gibiydi. Pazar mahmurluğunu henüz üzerlerinden atamamış, uyanır uyanmaz ailecek bir örnek sarı-lacili formalarını çekerek bahar güneşinden yararlanma amacıyla sokağa dökülen Kadıköylülerin yüzlerinde bir neşe, bir mutluluk ki sormayın gitsin! Fenerbahçe şampiyon ilan edilmiş, kutlamalara geçilmişti bile. Geriye sadece bir formalite maçı kalmıştı. Basit...
Öteden beri İstanbulluları pazar günlerinde Karaköy semtine çeken iki temel neden vardır. Bekar delikanlılarla, çarşı iznine çıkan erlerin ütülü kıyafetleriyle bu güzide semtimizde dolaşmayı tercih etmelerinin ardındaki niyet, iyi bir hamam yaptıktan sonra bol şerbetli bir tatlı yemektir! Cemaatimizin ileri gelenleriyle sanatsever toplum mensuplarımızın aynı saatlerde, dik yokuşlarda, şık kıyafetlerinin içerisinde, yüksek kaldırımlar ve düzensiz parke taşlarıyla cebelleşmek zorunda kalmalarının nedeni farklıdır elbet. Ya bir düğün, ya da özel bir sanat etkinliğidir onları Karaköy’e getiren.
16 Mayıs Pazar günü, Aşkenaz Sinagogu’nda bir caz konseri düzenlenmişti. Arp sanatçısı Şirin Pancaroğlu’nun önderliğinde kurulan Arp Sanatı Derneği, İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti etkinlikleri kapsamında, 2009 yılında Brezilya’dan Fransa’ya giderken Atlantik’e düşen Air France uçağında hayatını kaybeden arp sanatçısı Ceren Necipoğlu anısına bir dizi konser planladı. “Arp ile Her Telden!” başlıklı bu proje çerçevesinde, çeşitli kültürlerin farklı arp ve müzikleri, yıl boyunca İstanbul’un değişik mekanlarında izleyiciyle buluşturulurken, Aşkenaz Sinagogu’na da arp ağırlıklı bir caz dinletisine ev sahipliği etme görevi düşmüştü.
Eski Şalom okurlarından belki hatırlayanlar çıkacaktır. 90’lı yıllarda gerçekleştirdiğim bir Amerika yolculuğunu tefrika ederken, yılbaşı gecesini kiliselerde caz müziği dinleyerek geçirdiğimi anlatmıştım. Boston’da küçük ailemle, eksi yirmi dereceleri aşan soğukta sokaklarda dolaşma gafletinde bulunmuş, soğuktan donma raddesinde sığındığımız kilisede karşımıza Brezilyalı caz grubu Sergio Brandao ve arkadaşları çıkmıştı. Konser boyunca, kilisenin yöneticileri, rahibeler, bir yandan müziğin ritmine kendilerini kaptırmış tempo tutarlarken, bir yandan da içeri giren konukları güler yüzleriyle ağırlıyor, kiliselerini tanıtıcı bilgi veriyorlardı. Müzikten olduğu kadar ortamdan da çok etkilenmiştim.
Birkaç yıl sonra, o zamanki Aşkenaz Cemaati Başkanı Maryo Frayman’ın da kararlılığıyla, Schneidertempel Sanat Merkezi projesini hayata geçirdiğimizde, aklımda hep bu çok özel ve güzel mekanda Boston’daki ortama benzer bir ortam yaratmak yatıyordu. Nitekim, Robert Schild dostumun sayesinde, bugüne dek Schneidertempel’da çok sayıda konser gerçekleştirdik. Bunların içinde klasik oda müziğinden, piyano resitallerine, folklor dinletilerinden akustik caza pek çok türe yer verdik. Ama itiraf etmem gerekirse, Boston’daki havayı hiç bir konserde duyumsayamadım. Ta ki geçtiğimiz Pazar gününe kadar...
Geçen haftaki Şalom’da yayınlanan fotoğrafı görmüşsünüzdür: Aşkenaz Sinagogu’nun o benzersiz ahşap el oymalarının önünde kurulu bir platformun üzerinde, Fransa’dan daha üç gün önce gelmiş arpıyla Meriç Dönük ve arkadaşları... Konser başlar başlamaz Boston’daki kiliseyi anımsadım. Oysa bu kez dışarısı en az içerisi kadar sıcaktı. Arpist Meriç Dönük’ün hünerli parmakları, “asırlardır tüm medeniyetlerin içinde varolmuş” enstrümanının tellerinde gezinirken kendimden geçtim. Meriç Dönük’ün sihirli arpi, telleri okşayan elleri, arkasındaki asırlık Ehal Akodeş ile Teva, sanki bütünleşmişlerdi! Bir an - Sultan Abdülaziz’in Hicaz Mandrası’nın caz versiyonunu icra ederlerken - nedense güzel sanatçının profilini bir Yunan tanrıçasına benzetiverdim. Aşağıdaysa yüzlerindeki peçeleriyle raks eden harem hatunlarını düşledim... Sonra, Rav Mendy korkusundan olmalı, alelacele o görüntüyü zihnimden siliverdim!
Eve dönüş vapurunda kenarda bir yere oturdum. Az önce dinlediğim caz standartlarıyla Simon Carlebach’ın Od Yishama’sı henüz kulaklarımda taze, oturduğum yerden İstanbul’un siluetini seyrederken, deniz kokusunun da yardımıyla birazcık daha sarhoş olmayı ummuştum.
Ne ki vapur sarı-lacili taraftarlarla doluydu, yol boyu yaptıkları tezahüratla muhtemel şampiyonluğu şimdiden kutluyorladı. Fenerbahçeli olmama rağmen kızdım. Düşlediğim ortam bozulmuştu. Önce Atilla İlhan’ı andım, içimden “Ulan İstanbul” dedim,
“Eğer senin ağrınsa iğneli beşik gibi her tarafımda hissettiğim
Ulan yine sen kazandın İstanbul
Sen kazandın ben yenildim
Kulaklarımdan kan fışkırıncaya kadar
Yine emrindeyim...”
Ancak rahmetlinin şiiri fayda etmeyince bu kez hırsla yaradana sığındım: “Ey yüce Tanrım! Öyle bir mucize yarat ki Trabzon aslan kesilsin, Fener’e geçit vermesin, maç berabere bitsin. Ama öte yandan Beşiktaş da Bursa’ya dirensin, her şeye rağmen Fener şampiyon olsun.” Anlaşılan, kurduğum cümle Twitter ölçütünde uzunca olmuş, dileğimin ikinci bölümü yetkili merci tarafından dikkate alınmamış. Ya da Haydarpaşa açıklarında iletişim kopmuş... Her neyse, bence adalet yerini buldu. Bursaspor şampiyonluğu hak ettiğini İstanbul’da Fener’i 3-2 yenerek kanıtlamıştı zaten. Tebrikler Bursaspor! Aşkenaz Sinagogu’ndaki konserin mimarlarına da sonsuz teşekkürler!