Ben doktoramı ‘kitle iletişimi’ üzerine yaptım. 1974 yılında ABD’nin Indiana Üniversitesi’nden elimde diplomayla Türkiye’ye döndüğümde yakınlarıma neyin doktoru olduğumu anlatmakta epey güçlük çektim. Henüz ‘iletişim’ kelimesi yoktu, ‘haberleşme’ deniyordu, o da insanların aklına muhabere gibi teknik bir alanı getiriyordu. Sol düşüncenin egemen olduğu o günlerde ‘kitle’ kelimesi ise siyasal çağrışımlar da yapmaktaydı. Anlamayanlara ‘radyo, televizyon seyircileriyle, programlarıyla filan ilgili’ gibisinden yarım yamalak şeyler söylemek zorunda kalıyordum.
Oysa ‘kitle iletişimi’ sanayileşmiş toplumlarda asrın büyük gücü sayılmaktaydı. Hem siyaset hem de ekonomi kitle iletişimi ile iç içe geçmişti. Düşünürler, kitle iletişiminin yeni çağın hem okulu, hem tapınağı, hem de agorası olduğunu söylemekte idiler. Ülkeler, kitle iletişimi göstergelerine göre sıralanmaktaydı.
Çağ, Kitle İletişi Çağımı idi.
Kitle iletişimi “az sayıda ve kurum olarak örgütlenmiş kaynaklardan, kimliği tek tek bilinmeyen, karmaşık kitlelere, araya konmuş teknolojik aktarıcılar yoluyla mesaj gönderimi” şeklinde tanımlanıyordu.
Sözgelimi, TRT gibi bir kurumdan, ülke halkına, televizyon aracılığı ile program yayını yapmak gibi.
Kusura bakmayın, biraz fazla akademik bir giriş oldu ama anlatacaklarım için bunlara ihtiyaç var.
Tam 35 yıl sonrasına, 2009 yılının Kasım ayına geçiyorum. BBC’nin Türkçe yayınları nedeniyle ‘Haberin Geleceği’ (The Future of News) konulu bir panel yapılıyormuş. Yabancı konuklar olacakmış, NTV’den İngilizce olarak ‘canlı’ yayınlanacakmış. Beni de çağırdılar, kabul ettim. Ne de olsa yıllardır haberin içindeyim, üzerinde düşündüğüm bir konu…
Panel öncesinde programı hazırlayanlara laf olsun diye sordum:
“Ne konuşacağız?”
“Özellikle sosyal medyaların geleneksel haberciliği nasıl etkilediğini…”
“Sosyal medyalar derken…”
“Facebook, Twitter filan…”
Yüzüme ateş bastı. Ben konuyu tamamen kitle iletişimi çerçevesinde düşünmüştüm. Gazetenin yerini ne alır, televizyon haberleri nasıl değişiyor filan gibi şeyler. Zaten sosyal medyaya burun kıvıranlardandım. Ne Facebook’ta vardım, ne de Twitter’da.
Yayına girmeden, paneli yöneten BBC spikeri David Eades’e sordum:
“David, Twitter’da var mısın?”
“Yokum, ama sakın kimseye söyleme!”
O da benim gibi kitle iletişi çağının adamı idi.
Hayatımın en başarılı panellerinden biri olduğunu söyleyemem. Kem küm ettim. Ama oracıkta karar verdim: Eve döner dönmez Twitter’a katılacaktım! Katıldım da.
O deneyim zaten hissettiğim, hatta bildiğim, ama belli ki kabul etmek istemediğim bir gerçeğin kafama dank etmesini sağladı: 20.yüzyılda doruğuna ulaşan Kitle İletişimi Çağı sona ermektedir; artık çağ, bilgisayarlara ve sosyal medyalara aittir!
Dünyanın çeşitli yerlerinden gelen medya kullanım istatistikleri bunu doğruluyor. Geleneksel kitle medyalarının kullanımı gerilerken sosyal medyaların kullanımı roket gibi yükseliyor. Youtube’a, Facebook’a, Twitter’a ve daha nicelerine benim gibi burun kıvıran, onları geçici bir oyun, bir moda sanan değerli okurlarımı uyarmış olayım! Bu iş ciddi: Ya uyacaksınız ya da dışarıda kalacaksınız!
Konu üzerinde daha derin düşünmek isteyenlere de şunu söyleyeyim: Değişen yalnızca teknoloji değil, bir ilişki biçimidir. O biçim de, daha demokratik, yeni bir zihniyeti yansıtıyor, hem de o zihniyetin oluşmasına katkıda bulunuyor.
Kitle iletişimi ‘yukarıdan aşağıya’ mesaj göndermeye dayanan hiyerarşik bir yapıya sahipti. En tepeden birileri (devlet, medya elitleri) kitlelere sürekli olarak mesaj gönderiyor, böylece toplumun biçimlenmesine katkıda bulunuyorlardı. Neyin bilinmesi ya da seyredilmesi gerektiğine onlar karar veriyordu. Mesaj akışı büyük çapta tek yönlüydü ve kuşkusuz bu toplumsal erk hiyerarşisinden kopuk bir şey değildi.
Sosyal medya bu hiyerarşiyi yıkıyor, onun yerine teke tek yatay ilişkileri yerleştiriyor. Bu yeni düzende aracı elitlere (Gitti bizim meslek!) ihtiyaç yok, herkes içerik üreticisi haline dönüşüyor. Twitter’da Başkan Obama da basit bir içerik ileticisi, onun da meramını 140 harfte anlatması bekleniyor, o da takip ediliyor ve takip ediyor. Bireyler birbirlerine kişisel görüşlerini söylüyorlar, cevaplar, itirazlar geliyor, arada kitle iletişim araçlarından beğendikleri içeriklerin adreslerini de koyuyorlar, fotoğraflar, videolar, şarkılar gönderiyorlar ve ortaya büyük bir paylaşım ağı çıkıyor.
Gönderilenlerin çoğu ıvır zıvır diyeceksiniz. Kitle iletişimi döneminde öyle değil miydi? Burada seçme hakkınız daha fazla, yeter ki isteyin ve arayın. Evet, pabuçları dama atılan bir kitle iletişimcisinin itirafları böyle!
Prof. Dr. Haluk ŞAHİN kimdir?
1964’de İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nden mezun olan Haluk Şahin 1972 yılında ABD’de Indiana University’den gazetecilik yüksek lisansı, 1974 yılında ise aynı üniversiteden kitle iletişimi dalında doktora derecesi aldı. Kitle iletişimi konusunda yaptığı araştırmalar ve dünyanın önde gelen bilimsel iletişim dergilerinde ve kitaplarda yayınlandı. (Journal of Communication, Journalism Quarterly, Media Culture and Society gibi.) Medya sektöründe çeşitli görevlerde bulunan Şahin, genel yayın yönetmenliği (Nokta, Tempo), araştırma bölümü başkanlığı, danışmanlık ve köşe yazarlığı yaptı (Politika, Nokta, Hürriyet, Hürgün, Gazete, Güneş, Cumhuriyet). Köşe yazılarına Radikal Gazetesi’nde devam eden Şahin, aynı zamanda İstanbul Bilgi Üniversitesi, İletişim Fakültesi Televizyon Gazeteciliği Program Koordinatörüdür.