31 Mayıs Pazartesi yıllık iznimin başlangıç günüydü. Pazar akşamından bavullarımızı hazırlamış, sabah erkenden yola çıkmayı planlamıştık. On beş gün boyunca tv, radyo, gazete ve internetten uzak kafa dinlendirmek niyetindeydim… İş durumu ayarlanmış, yazılar yazılmış, karikatürler çizilmiş, yerlerine teslim edilmişti. Bir tek teknoloji harikası telefonum e-postaları almaya ayarlıydı, ola ki önemli bir mesaj gelir yanıtsız kalmasın diye. İlk posta henüz kargalar uyanmadan düştü. Ardından yağmur gibi diğerleri… ‘Pinnn! Pinnn! Pinnn!’ Hayırdır inşallah deyip yataktan fırladım. Yarı mahmur, telefonumu açtım ki ekranda üç sözcük: “Lanet olsun sana!” Hoppala! Diğer postalar da aynı telden çalıyordu; lanet üstüne lanet… Üzerinize afiyet!
Hayatımda kimseyi lanetlemedim. Bu lanet işine de aklım ermez zaten. Bir keresinde, karımla birlikte Bafa Gölü üzerinde küçük bir otelde konaklarken korkunç bir sivrisinek akınına uğramıştık. Gece boyunca arsız sivrilere karşı müthiş bir savaş vermiş, çoğunu telef etmiş ama bitik düşmüştüm. Oysa bir tanesi hâlâ tepemizde uçuş talimi yapıyordu. Son çare, belki işe yarar umuduyla, havada daireler çizen sivrisineğe işaret parmağımı yönelterek seslendim: “Seni lanetliyorum!” Karımın şaşkın bakışları arasında tacizcimiz göz menzilinden uzaklaştı. Rahatlayıp ışığı söndürdüm. Odanın karanlığa bürünmesiyle birlikte o sinir ‘vızzzz’ sesi yine beynimin içindeydi. O gece, karım ve tüm sivrisinek âlemi Tanrının bana lanetleme yeteneğini bahşetmediğini öğrenmiş oldu.
Pazartesi sabahına dönecek olursak, telefonuma düşen ‘iyi niyet’ mesajlarının tamamı tanımadığım kişilerden gelmişti. Ama belli ki hepsi de Şalom okuruydu. Bir tanesi eski bir yazımdan alıntı bile yapmıştı. Olan biteni öğrenince bu mesajların sebebi ortaya çıktı. Cevaplandırılması gereken soruysa şuydu: ‘Peki ama neden ben?’
Bu soruyla hesaplaşmayı ileri bir zamana öteledim, gazeteyi arayarak gündem dışı kalan karikatürümün basılmamasını istedim. Nasılsa izne çıkıyordum, on beş gün çizmesem de olurdu. Ama yönetmenim bu kritik ortamda karikatür çizmememin yanlış anlamalara yol açabileceğini söyleyince çaresiz giderayak bir şeyler karaladım. Vaktiyle Gazze’yi Hiroşima yapmaktan söz eden Lieberman, sindiremediğim bir politikacıdır, bu rezalette mutlaka başrolü üstlenmiştir önyargısıyla karikatürümde ona yüklendim. Oysa yanılmışım. Toz duman kalkınca anladım; meğer Avigdor Lieberman’a gelene dek ön saflarda kimler yer almamış ki!
Yeni karikatürümü teslim eder etmez tatil planımızı uygulamak üzere yola çıktık. Güya yolda kitap okuyacaktım, ne gezer! Aynı soru beynimde: ‘Peki ama neden ben?’
Aniden şimşek çaktı: bunun müsebbibi Açık Radyo’daki Açık Gazete programının yorum ustası Ömer Madra ile çekirgesi Avi olsa gerek! Öyle ya, bu ikili fırsat buldukça Şalom’a giydirmekten kaçınmazlar. Şalom’un İsrail’e bakışının altı çizilir, Goldstone raporundan girilir, nükleer güçten çıkılır… Bu durumda bir Şalom yazar-çizeri olarak dinleyici-okurlarımdan payıma düşeni alıyorum demek... Lanetlenmemin Yahudi kimliğimle ilgisi olmadığını kavrayınca biraz olsun rahatladım. Yeni sorunun cevabını aramaya koyuldum: ‘Ne isterler Şalom’dan?’
Açık Gazete programının müptelasıyım. Açık Radyo’nun yayına başladığı ilk günlerinden bu yana dinlerim Açık Gazete’yi. İç politikada tıkanıp kalmayan, evrensel bakışlı bir yorum programıdır. Ama asıl hoşuma giden, format gereği midir yoksa kendiliğinden mi oluşmuştur bilmem, programın mizah yönünü de öne çıkartan kuşak çatışmasıdır. Ömer Madra’nın olgun ve yorgun sesinin karşısında öğrenmeye azmetmiş, fakat sürekli itirazları olan, sorgulayan, soruşturan, zorlayan, kimi zaman ‘yanıtı ol(a)mayan’ sorular yöneltmekte beis görmeyen heyecanlı genç kuşak temsilcisi. Tıpkı bizim evdeki gibi… Başlangıçta bu rolü Madra’nın büyük oğlu Cem Madra üstlendiyse de, ardından küçük oğlu Ege ve başka gençler takip ettiler. Her biri belli bir eğitim sürecinden sonra Açık Radyo’nun ünlü koridorundan mezun olup ayrıldı. Epey bir süredir de Madra’ya Avi Halegua eşlik ediyor. Ancak boynuz kulağı aştı gibi, zira gücenmesinler ama son zamanlarda Açık Gazete’deki kuşak çatışmasının yerini ‘beraber ve solo şarkılar’ havası aldı. Avi mi çok pişti, Ömer Madra mı on yıldır her sabah gençlerle takışmaktan bitkin düştü acaba?
Her neyse, beğenmeyen Cem Ceminay’ı ya da başkalarını dinler, olmadı radyosunu kapatır… Ama ben iflah olmaz bir Açık Gazete dinleyicisi olarak radyomu kapatmayacağım. Aradığım cevapsa Açık Radyo’nun web sitesinin manifestosunda yazılı galiba:
“(…)Açık Site, “hayır ve şer” güçlerinin çarpıştığı bu dünyanın karanlık yüzüne aydınlık bir gözle bakmaya çalışıyor. Ona, “kalem pil”le çalışan küçücük bir el feneri gözüyle de bakabilirsiniz.
Yeryüzünün tüm karar alıcılarının geleceğe ilişkin hiçbir fikrinin olmadığı bir alacakaranlık kuşağına yol alınırken, kaos’un dip karanlığına tutulmaya çalışılan bir cılız huzme. ?Canlının ilgi alanına giren hemen her konuda geziniyor cılız ışık: “Kâinatın tefrikası”, temel hak ve özgürlükler uğrunda verdiğimiz mücadelenin sonsuz tarihi, savaşlarımızın sonsuz tarihi, büyük şirketlerin sonsuz kâr hırsı, ısınan havamız ve suyumuz, globalleşmemiz, öfkelerimiz, açlığımız ve tokluğumuz, ekonomimiz ve buhranlarımız, demokrasi kültürü üzerinden Avrupa’ya doğru yol haritalarımız, en kara deliklere uzanan terör haritalarımız, genom haritalarımız, hastalıklarımız, mucize tedavilerimiz ve börtü böcek, yolluklar, yolsuzluklar, yoksulluklar, kadınlar, çocuklar, sübyancılar, medyanın yüceliği ve sefaleti, kürelerin müziği ve asıl şu: ?“İnsan medeniyetinin onca güzellikleri, yani iki köktenciliğin, iki ideolojik kutbun ötesinde yatan bütün güzellikler: sanatımız, müziğimiz, edebiyatımız...”
Yukarıdakilere katılıyor, bu ‘lanet olası’ yazıyı sonlandırmak üzere de Metin Üstündağ’ın bir ‘apartman haikusu’na sığınıyorum:
“ah insan yanımız / en azınlık yanımız / yanlarım ağrıyor”
Hepinize lanetlenmelerden uzak huzurlu bir yaz diliyorum.