Sıcak ve mavi bir haziran akşamında, İstanbul’un ışıkları bir bir yanarken hayattan konuşuyorduk Aşık Veysel’in torunuyla ben...
Aşık Veysel’in torunu olmak nasıl bir duyguydu acaba? Çiğdem’in yüzüne bakıp bunun sırrını, ona yaşattıklarını anlamaya çalışıyordum. Sıcak sesinde, akıllı sözlerinde, dost canlısı hallerinde ve her şeyden önemlisi içindeki insan sevgisinde tanıdık sözler, tanıdık bir şeyler vardı, bana yakın...
Halk şairi olmanın özünde farklı bir güç vardır. Hepimizin hissettiğini hissedip, hepimizin gördüğünü görüp tüm bunları hiçbirimizin anlatamayacağı şekilde anlatmanın ayrıcalığını yaşar âşıklar…
Sazlarının tellerinde asılı duran sözcüklere; parmaklarının ucuyla, seslerinin sıcaklığıyla can verirler.
Aşık Veysel’in siyah beyaz bir televizyon karesinde, bir elinde bastonu, bir eliyle çiçeklere dokunup onları yüzüne süren görüntüsü kalmıştır zihnimde...
Üniversitede okurken şimdi rahmetle andığım hocam Aydın Oy sayesinde sözlerinin derinliğini, ruhunun güzelliğini, dilinin duruluğunu ve anlatımının yalınlığını anlamış, hüzünlü hayatına isyan etmiştim.
Şimdiyse torunuyla karşılıklı yemek yer ve hayattan konuşurken belki de Çiğdem’e haksızlık, konuyu hep ona taşımak, başkalarının bilmediği bir şey varsa bana anlat demek geldi içimden.
Aşık Veysel, 25 Ekim 1894’te Sivas’ın Şarkışla ilçesinin Sivrialan köyünde dünyaya gözlerini açtığında kısa bir süre sonra o gözleri çiçekten kaybedeceğini elbette bilmiyordu.
Bir Ata’ya bir de askere gidemediğine yanmış hayat boyu.
Sözün gücü, Allah vergisi yetenekle birleşince akan suları durdurmuş elbet. Veysel’in Ahmet Kutsi Tecer’le tanışması ve Türk halkının onu keşfedip sazını sözünü bilmesiyle Aşık Veysel, 20. yüzyılın en son halk şairi olarak edebiyat tarihindeki yerini almıştır.
Şiir tekniğindeki kusursuzluk, ruhundaki sahicilik, sesindeki samimiyettir Veysel’i aramızda yaşatan, onda kendimizden bir şeyler bulmamızı sağlayan:
“Gönül sana nasihatim / Çağrılmazsan varma gönül
Seni sevmezse bir güzel / Bağlanıp da durma gönül”
Sekizli ölçüye bağlarken sazının telleri bu sözleri, tüm zamanların gençliğine nasihatti belli ki amacı.
İnsan, her devirde aynı insandı...
Anlatmak, anlamak, yaşamak, sahip olmak istedikleri hep aynıydı. Her zaman iyinin, güzelin, doğrunun, sevginin, aşkın peşinden koşacak, her zaman yarınları merak edecek, her zaman hayal kırıklığına uğrayacak, her zaman hayata bağlı kalacaktı... Ne olursa olsun. Hatta gözleri görmez olduğunda tüm isyanına rağmen belki de bunu daha iyi anlamıştı. Çalışmak, ümit etmek ve vazgeçmemekti en büyük maharet, bunu gören yüreğiyle çoktan görmüştü Veysel:
İleriyi gören, geriye bakmaz! / Tuttuğu işi elden bırakmaz! / Allah cömert ama ekmek bırakmaz, / Oturup geçmişi konuşanlara!
Ve unutulmamak isterdi mutlaka o da her insan gibi... Onu bilmeyen var mıdır, bilmem. Ama şimdi benim için bana bir adım daha yakındı. İstanbul’un batan güneşinin ardında, sesinde onun sesinin izini, adında onun toprağının çiçeğini taşıyan bir dostun sohbetinde:
“Gün ikindi akşam olur, / Gör ki başa neler gelir, / Veysel gider, adı kalır / Dostlar beni hatırlasın”