Belki de, Konstantin’in Hıristiyanlığı kabul etmesi ile birlikte başlayan süreçte, kilise güdümünde gelişen antisemitizmin, adeta toplumsal bir çimento görevi görmesinin esas nedeni, işte bu orantısız etkiden kaynaklanıyor.
İsrail’in ünlü dışişleri bakanlarından Abba Eban, Yahudi mirasını konu ettiği ‘Heritage – Miras’ adlı kitabının hemen başında, ‘küçük bir halk’ olarak nitelendiriyor Yahudi halkını… Kaderini insanlığın kaderi ile özleştiriyor… Ve devam ediyor: “Onların hiçbir zaman çok nüfuzları olmadı… Hiçbir zaman çok geniş bir toprak parçasında hüküm sürmediler, büyük ülkeler yönetmediler. Ancak insanlık tarihini incelerken, onların öğrettiklerini, hissettiklerini, yazdıklarını ve söylediklerini görmezden gelmek olası değil.”
Belki de, Konstantin’in Hıristiyanlığı kabul etmesi ile birlikte başlayan süreçte, kilise güdümünde gelişen antisemitizmin, adeta toplumsal bir çimento görevi görmesinin esas nedeni, işte bu orantısız etkiden kaynaklanıyor. İçinde yaşadığı toplumdan hep farklı, ancak hep yaratıcı; hep mesafeli kalması beklenen/ istenen, ancak hep yenilikçi, biraz da devrimci bir karakter çizen Yahudi halkını anlamak, tam da bu nedenden dolayı kolay olmamış olmalı, diğer uluslar için.
Bugün gelinen noktada, meydanları dolduran kalabalıkların ağızlarından dökülen sözlerin, taşıdıkları bazı pankartların antisemit unsurlar içermesi, Yahudi halkını görmezden gelme çabası mıdır? Televizyon kanallarında “o program senin bu program benim” dolaşan uzmanların - antisemitizm parantezinde - İsrail’e veryansın etmeleri veya gazete köşelerini süsleyen makalelerin içinden dökülen düşmanca yaklaşımlar, keza böylesi bir çabaya mı işaret ediyor?
Bu durum, Yahudilik üzerinden yapılan siyasetin benzeri görülmemiş bir şekilde rant getirmesinden kaynaklanıyor. Bu durum, Yahudi karşıtı söylemlerin, ezelden beri, ‘sosyal ilaç misali’ sıkıntılı durumlarda toplumlara dayatılmasından ve başarılı olmasından kaynaklanıyor. Kendilerine dayatılanı irdelemek bir yana, soru sormayı bile beceremeyen insan yığınlarının, meydanlarda, olmayan fikirlerini haykırmaları ise, ayrıca ilginç…
Zor bir dönemden geçiyoruz. Bir yanda daha bir türlü raya oturmayan – ve kısa bir zaman içinde de oturacağa benzemeyen - küresel finans krizi toplumu derinden sarsıyor… Öte yanda, iç ve dış birçok sorun çözüm bekliyor: Elbette ki terör, halledilmesi gerekenlerin birinci sırasını alıyor.
Ancak terör kadar önemli diğer bir konu, Türk toplumu olarak hemen her konuda tam bir ayrışma içine girmiş olduğumuz gerçeğidir. Günlük yaşamın her alanında bolca görülmeye başlanan laf salatası destekli bilgi kirliliği iliklerimize işliyor, neyin eğri neyin doğru olduğunu anlayamaz hale geliyoruz, ya da getiriliyoruz. İnsanı en çok kıran, en çok canını sıkan ise, bu laf salatası içinde bol miktarda çifte standart kırıntısı işe karşılaşması.
Sapın samana karıştığı, olayların kalınlaşan bir sis bulutu ardından algılanmaya çalışıldığı bu gibi ortamlar, demokratik süreçlerin daha az işlediği, siyasetin manipüle edildiği, halkın bilgilendirilme yerine efsunlandığı dönemlere isabet eder. Son İsrail’i protesto mitinginde, bazı kişilerin – gururla – adeta sahiplendiği Hitler’in, yalnız Alman halkına değil, kendi akranlarının hepsine tattırdığı işte böylesi bir dönemdi. Çağlayan’daki miting alanını dolduranların ıskaladıkları ise, Hitler ve onun takipçilerinin Yahudilerle olan problemlerinin temelde bir insanlık sorunu olduğudur…
Yahudi soykırımının sıradanlaştırılması bu anlamda üzerinde hassasiyetle durulması gereken bir konudur. İsrail – Arap anlaşmazlığının, Holokost ile bir tutulması eğilimi son derece tehlikeli bir gerçek olarak karşımıza çıkıyor. 65 sene kadar önce Avrupa Yahudiliğine reva görülen gelecek ile bugün Ortadoğu’daki çatışmaların yan ürünü olarak ortaya çıkan insanlık trajedisinin bir tutulması, ya da aralarında kıyas kurulması, tarihin iyi okunamamasıdır. Arap – Yahudi sorunu olarak 100 yıl kadar önce ortaya çıkan ve bugün bir ‘Filistin’ Arap – İsrail sorunu olarak, dünya kamuoyunu meşgul eden konu, evet, sıkıntı veren bir konudur… Tıpkı Darfur konusu gibi… Tıpkı Çin - Tibet ve Uygur konusu gibi… Tıpkı Özbek – Kırgız konusu gibi… Tıpkı Kafkaslar konusu gibi… Veya Afganistan konusu gibi… Veya Somali konusu gibi… Veya Ruanda konusu gibi... Veya Bosna konusu gibi…
Bundan ne bir fazla, ne bir eksik.
Bu dramlar karşısında, tarafların ve onları etkileyebilecek tüm akil grupların, içlerinde bulunduğu varsayılan insanlık sevgisini devreye sokmaları, karşılarında bulunanları ötekileştirmeden anlamaya çalışmaları, olaya ‘kin ve nefret’ ekseninde değil, ‘sevgi ve saygı’ ekseninde yaklaşmaları, sorunların çözümlenmesi açısından vazgeçilmezdir...