“Siz İstanbullular yüzünden!”

Köşe Yazısı
30 Haziran 2010 Çarşamba

Yazları beni en mutlu eden anlardan ilki martı seslerini duymaktır. Martı benim için yazın habercisidir. Martı aynı zamanda Büyükada’ya gitmek demektir; benim için martılarla uyanmak, ağustos böcekleriyle uyumak, çam ağaçlarının ardında yatan Sedef Adası’na giden ada vapurlarını göz ucuyla sayarak kahve yudumlamaktır yazın ilk günleri. Yaz Haziran ayında başlar değil mi? Bu yaz değil…

***

Daha Büyükada’ya ayak basamadım fakat onun yerine kendimi birkaç günlüğüne en sevdiğim yazlık mekânlardan birinde, Alaçatı’da buldum. Birdenbire karar verilip yapılan kısa tatiller gerçekten keyifli. Ancak karakterimin biraz da dışında sayılabilecek bu spontan tatilin hem eksi, hem artıları var; eksileri ilk defa şahit olduğum yağmurlu ve bulutlu Çeşme sabahlarına uyanmak, artısı ise güneşli saatler başlayana dek çok sevdiğim Alaçatı’nın ana caddesinden çıkıp yan sokaklarını keşfetmek… Leonard Cohen’in bir şarkı sözündeki gibi; “Her duvarda bir çatlak vardır. Işık böyle içeri girer.” Nitekim hafta sonu Alaçatı’da da güneş açtı.

***

Akdora… Zirvedeki kar demek. Alaçatı’nın yan sokaklarında bulunan ve tenha bir –sahiplerinden bir tanesine göre cafe, öbürünün hayallerine göre ise pub olan- mekân.  Arkadaşlarımla yürürken, önünde çalan güzel müzik yüzünden durduk. Müziği beğendiğimizi söylediğimizde tanıştığımız karı koca, bize şarkıların arşivini gösterince, uzun bir sohbet başladı… Bir ara konu bizim Alaçatı’nın pahallığından yakınmamıza geldiyse de, Çeşmelilerin diline yapışan “Siz İstanbullular yüzünden” sitemine maruz kaldıktan sonra çok daha ilginç konulara geldi sıra.

Mekânın sahibi evli çift aslen diş hekimi ve psikolojik danışman. İkisi de ikinci evliliğini yapan çift Ankara’daki hayatlarını sevmedikleri için bir gün bir arabaya atlayıp Karadeniz’i gezmeye başlıyorlar, hangi şehirde yaşayabiliriz diye dolanan çift bir ara Sinop’u düşünüyor ama karar aşamasında vazgeçiyor. Bu araba yolculuğundan işlerini kaybetmemek için dönüyorlar fakat Ankara’dan taşınma arzuları devam ediyor. Adam ilk evliliğinden olan büyük oğlunu konservatuar sınavı için getirdiği İzmir’de, birinin balkonunda gördüğü Körfez manzarasının ardından karısına haber vermeden o daireyi tutuyor ve üç gün içinde karısını da alarak Ankara hayatını sona erdiriyor. Bir daha hiç uğramıyor. Sonra bir gün Alaçatı’yı görüyor ve diş hekimliğini bırakıp pub açmaya karar veriyor. Sabahları bir okulda psikolojik danışman olan eşi ona yardım ediyor. Çok konuşkan, çok matrak, eşinin profesyonel olmadığını söyleyecek kadar açık sözlü. Bu mekânın bir yemek menüsü yok, önceden sipariş verilerek kişiye özel yemekler hazırlanabiliyor. Müşteri gelmezse karı koca güzel müzik eşliğinde içki içiyor. Para kazanmaktan çok müziklerinin ve yemeklerinin beğenilmesi onları mutlu ediyor. Adam sadece müziğini beğenenin uğramasını istiyor, yoksa para kazanmamaya razı.

***

Bir çiftin nasıl bu kadar kaygısız ve günden güne yaşabildiğini görmek bile biz stresli İstanbullu arkadaşları tedirgin ediyor. Niye tanıtmazlar, nasıl para kazanırlar, nasıl üç günde bir şehir terk edilir, nasıl diş hekimliği bırakılır soruları onların değil, bizim zihnimizi meşgul ediyor.  Biz İstanbullular belki de stresli olmayı hak ediyoruz…