Yalnızca iki ay kalır, on iki ay dolu dolu yaşarız biz İzmirliler Çeşme’yi... Ömür boyu süren gizli bir aşk, zaman zaman acı veren bir tutku, hiç bitmeyen bir özlemdir Çeşme bizler için. Bahar öncesi yere, suya, havaya düşerken, yüreklerimize de düşen cemre ile başlar o dayanılmaz Çeşme özlemi. Günler geçtikçe gitgide yükselir. Bir Pazar sabahı yatağımızda gerinerek uyandığımızda bir bakarız ki kalbimizin sol karıncığı “çeşş”, sağ karıncığı ise “şme” diye pompalamaktadır kanı damarlarımıza. Nabzımız artar... Tansiyonumuz yükselir. Kulaklarımızda zonklar kalp atışlarımız... Çeşş-şme çeşş-şme çeşş-şme... Dayanılmaz hale gelince de herkesten gizlenen bir günah dönemi başlar İzmirlilerde. Hafta sonu kaçamakları!
Kimsecikler yoktur etrafta... Yalnızca biz ve o... Birbirimize sımsıkı sarılır, bizi özlediğini fısıldayan havası, çıldırtıcı kokusu, renk renk zakkumları, baş kaldıran ortancaları, yeni sürgünler veren limon selvileri ile tahrik olur, arzu ile titreyen bedenimizi sevdiğimizin kollarına bırakıveririz... Ailenin her ferdi sımsıkı el ele verir birbirimizin gözünün ta içine baka baka Çeşme ile ihanet ederiz birbirimize... Sevişiriz... Bir daha... Bir daha... Hiç bitmesin isteriz sevişmelerimiz.
Denizin kokusunu önüne katan esinti, yelesine tutunan bir melodinin son nağmelerini taşır kulaklarımıza. İçimizden geldiği gibi mırıldanırız derinden gelen güfteyi:
Bir günah gibi gizlerim seni / Kimse görmesin seninle beni / Özlerken içim güler gözlerim / Bir günah gibi gizlerim...
İzmirliler bilir Çeşme’nin herkese göstermediği gerçek yüzünü! Her defasında ilk defa anlatılıyormuş gibi kış boyunca aile meclislerinde ballandırıla ballandırıla anlatılanları o kadar iyi özümsemişlerdir ki, yaşı yetmeyip aklı yetenlerimiz bile o dönemleri yaşamışçasına bilirler gerçek Çeşme’yi.
Bildim bileli hiçbir şey alıkoyamadı İzmirliyi Çeşme’den. Hiçbir zorluktan yılmadı. Hatırlarım, burunlu otobüslerle üç saatte gidilirdi eskiden Çeşme’ye... Tepe Kahve yokuşunu homurdana homurdana kazasız belasız tırmanabilen otobüsün yolu bitmiş sayılırdı. Bazılarımız yokuşun başında iner otobüsün yanında yürürdük, yükü hafiflesin, rahat çıksın diye. Yolun bir yerlerinde ‘U’ şeklinde 5-6 metre derinliğinde bir göçük vardı. Herkes iner, şoförün, göçüğün bir kenarından diğerine uzatılmış olan iki kalası kontrol etmesi beklenirdi. Herşey yolunda ise önce yolcular geçirilirdi karşıya. Her geçmeye başlayanın duası, geçenin sevinç çığlıklarına karışırdı. Sonra da muavin karşıya geçer şöföre yön verirdi. O kocaman hantal otobüs, direksiyonundaki bir turluk boşluğa rağmen bir akrobat gibi geçerdi o iki kalasın üzerinden... Nefesimiz tutulur, aklımız dibe vururdu seyrederken! Arka lastikler de kalastan kurtulup toprağa değince, devasa bir alkış kopardı hepimizden.
Manzara kahvesinin yokuşundan aşağıya sallanmaya başladığımızda ise, otobüsün sabit pencerelerinin üstündeki sürgülü havalandırma pencerelerinden kekik, anason, lavanta karışımı tarifsiz bir koku girmeye başlardı... Çeşme kokusu... Anlatılamaz... Tarif edilemez... Unutulamaz da! Ciğerlerine tek bir nefes bile çeken kişi, müptelası olur, ömrünün son saatine kadar unutamaz o kokuyu!
Ya şimdi korumaya alınmış olan sakız ağaçlarını bilir misiniz Çeşme’nin? Kiralanan eşeklerle gruplar halinde gidilirdi sakız toplamaya... O zamanlar eşeğe tek başımıza binmek, uçak kullanmak gibi bir şeydi bizim için. Ağaçların gövdelerinden dikkatle ayırdığımız sakız damlalarını annelerimizin hazırladığı bembeyaz kolalı mendillerin içine koyardık. Parmaklarımız yapış yapış olur, günlerce çıkmazdı... Topladığımız sakızlardan bir iki damlayı bir parça balmumu ile birlikte ağzımıza atar, mis gibi kokan ‘sakız’ çiğnerdik. Türkiye’de ciklete işte bunun için ‘sakız’ denir. Çeşme’nin damla sakızlı dondurması bütün dünyada ün salmıştır. Meşhur ‘sakızlı muhallebiyi’ de Çeşmeliler keşfetmiştir. Sakız reçelini de öyle! İncir tatlısını da yalnız Çeşme’de bulurdunuz. Çeşme’den dönüşte asırlık Rumeli Pastanesi’nden dostlara getirilen en değerli hediyelerdi bunlar.
İncir dedim de kulaklarımda yankılandı ezgisi:
Baar-dacık, / soğuk soğuk baar-dacık,/ balları akıyor baar-dacık!..
Sakın yanlış anlamayın, kimseyi küçümsemek aklımızdan bile geçmez ammaa bir tek biz biliriz bardacık ile incirin farkını! Gayrıİzmirli dostlarımız, manavın façaya dizdiği yeşil altın sarısı iri iri incirleri kapış kapış götürürken, onları gülümseyerek seyreden torunlarımız bile manavın bir köşesinde bizleri bekleyen el yapımı eski bir sepeti ararlar gözleri ile... Büyük olanını değil, bardacığın balları akanını, yumuşağını, dibi çatlayanını seçmeyi öğretiriz biz torunlarımıza. Birer mücevher gibi itina ile dizerler her birini hazırladıkları kesekağıdına. Alacaklarını aldıktan sonra da örterler yine incir yaprakları ile sepetin dibinde kalanlarını. Küçücük bir düşünce farkı ile... Babalarımız serinde kalsınlar diye örterlerdi, torunlarımız ise ortalıkta görünmesinler, keşfedilmesinler, bizlere kalsınlar diye!
“Hadi kumru almaya gidelim” deyince etrafta kafes arayanları da biliriz biz... Sabah kahvaltısında peynirlisini, öğle yemeğinde sucuk-peynirlisini, akşamına da -ayıptır söylemesi- yengeni yeriz biz! Çıtır çıtır yengeni öyle bir yiyişimiz vardır ki, aşk dolu küçük ısırıklarımız altında bedeninin çıtırdadığını duyar, eriyen yağlarının sızdığını görürsünüz. Hele hele, her lokmasını zevkten inleye inleye ağzımıza teslim edişine şahit olursanız, delirirsiniz maazallah hasetinizden. Her önümüze gelen kumruyu da yemeyiz biz... Bu işi bileninden yeriz yengeni!.. Şaşıracaksınız ama öyle sandığınız gibi taze, çıtır olanı ile işimiz yoktur bizim. Kumru dediğin bir iki gün kenarda durup rüştünü ispat etmeli, olgunlaşmalı, eti sertleşmeli ki, kendine has kıvamını bulsun ateşle başbaşa kaldığında... Ya çay eşlik eder kumruya, ya da ayran... Arkasından bir de ‘lokma’ ile cila çekerseniz var ya! Kıpırdayacak haliniz bile kalmaz.
Temmuz ayı çıkar çıkmaz bir koku daha karışır Çeşme’nin kokularına... İzmirlinin gözünü bağlayıp havayı koklatsanız bile yeter... Hemen mutfağa gidip hazırlığa başlar. Üç dakika bile sürmez dünyanın en keyifli masasının hazırlığı... Buzdolabından hiç eksik etmediği o mis gibi İzmir tulumunu alıp dilimler, bir tabağa iki domates ile bir acur doğrar, üstüne etraf köylerin taş sıkma filtrelenmemiş yemyeşil zeytinyağını gezdirir, biraz tuz, biraz kekik, biraz da karabiber ekler, buz gibi yetmişliği de koyduktan sonra masaya buyur eder sizi... Bilir ki etrafta eşi benzeri olmayan Çeşme Kavunu vardır.
O kadar çok güzellikleri var ki anlatılacak. Tırnak boyunda kınalı (manikürlü) bamyası, dünyada eşi olmayan bembeyaz acı kuru soğanı, uçsuz bucaksız plajı, kumu, denizi, balık avlamaya çıkmak için branda bezine kat kat beziryağı sürüp güneşte kurutarak kendi ellerimizle yaptığımız botlar, avladığımız mercanlar, lidakiler, kupesler, dönüşte yapılan boklu kebaplar, Şifne’de çamur banyosu sefalarımız, Temmuz Ağustos aylarında bile her akşam üşümemek için giydiğimiz kazaklar, plajda geceleri yapılan mangal sefaları, Rasim Palas, Yeni Karabina, Alakuş... Saymakla bitmez ki aşklarımız…
Ve biz her Çeşme’ye gittiğimizde ne yapar eder hâlâ bunları yaşarız… Elimizden geldiğince...
Haydi İzmirliler! Çeşme’ye!
Şimdi aşk zamanıdır /Aşk ömrün baharıdır... / Aşk gönüle dolunca / Sevenler kavuşunca, / Yaşamak ne güzel!
Siz de buyurun... Başımızın üstünde yeriniz var...