Kimi söyleşilerde söz anılara gelir ya da yazılarımda çocukluğumu, yaşadığım yerleri, tanıdığım insanları anlatırken, gördüğüm bir filmi veya bir düşümü anımsıyormuşum gibi oluyor. Her bir karenin bıraktığı izlenim kadar, getirdiği çağrışımlar sürekli değişiyor. Üzerinden geçen yıllar kimi görüntüleri eski birer fotoğraf gibi sarartıp soldururken, kimini de parlatıyor, olduğundan daha aydınlık gösteriyor. Olayları, insanları bir izleyici gibi aktardığımda, o günkü duygu ve düşünceler zamanın törpüsünden geçerek farklı bir şekilde yansıyabiliyor. Öyle ki acılar, üzüntüler, kırgınlıklar bu gün hoşgörülü bir gülümsemeyle geçiştiriliyor, kimi coşku ve sevinçler hiçbir heyecan yaratmayabiliyor.
Yaşıtlarımla bir aradayken, yaşananların birer tanıkları olarak anımsadıklarımız, belleklerimizi kışkırtması yanında, kimi zaman hüzünlenirken, çoğu kez de onları paylaşarak mutlu olabiliyoruz. Her nedense gelecek düşlemlerinden çok, geçmişteki olaylara yoğunlaşmamız, sanırım yaşın getirdiği bir yönelim oluyor!
Anılarını kâğıda dökenler, her ne kadar kendi yaşamını odak noktasına yerleştirerek, duygu, düşünce ve olayları aktarsa da, öncelikle tarihe bir not düşmekte, ayrıca kendi çağdaşlarının da bir sözcüsü olmaktadırlar.
Ne yaşanmışsa, -acısıyla, coşkusuyla- anılar anlatılmalı, yazılmalı, paylaşılmalıdır!
Getto’da yaşamış, toplama kampından sağ olarak kurtulabilmiş Aharon Appelfeld, Zor Bir Hayatın Hikâyesi’nin önsözünde şöyle diyor:
“Hafıza ele geçmez ve seçicidir; tutunmayı seçtiği şeylere sıkı sıkı tutunur. Yalnızca güzel ve hoş olan şeyleri sakladığını söylemeyeceğim. Tıpkı rüyalar gibi, hafıza da, olayların ağdalı akışından belli ayrıntıları çekip çıkarır –bazen çok küçük, önemsiz ayrıntıları- bunları derinlere saklar ve belli zamanlarda yüzeye çıkarır. Tıpkı rüya gibi, hafıza ada olaylara anlam yüklemeye başlar.”
Anlatılmaya başlandı mı, anılar da unutulmuş birer rüya gibi belleğimizin karanlık dolambaçlarından birer birer dökülmeye başlar. Bir düşlemin aktarılması ya da bir yazarın kurguladığı öykü gibi...
Rüya deyince Ataol Behramoğlu’nun, İnsan Kendisinin Rüyasıdır şiirini anımsadım:
İnsan kendisinin rüyasıdır / Geçerken bir uçtan bir uca ömrünü / Yaşanılanlar anıya dönüştü mü /Geriye bir rüyadan izler kalır
Kimdi o çocuk ben dediğim / O delikanlı ben miydim gerçekten / Şimdi bir tren penceresinden / Başka yaşamlara bakar gibiyim
Zamanı eksilten saniyelerden / Sevinçlerden, üzüntülerden / Hangisi düş, hangisi gerçek
Sonunda sanki her şey eşitlendi / Geriye şiirler kalacak belki / Rüyanın gerçekliğine tanıklık edecek
Yalnız şiirler değil...
Aılar, öykülerdir geçmişe tanıklık edecek!