Yazıya ‘Sevgili Günlük’ diye mi girişseydim acaba? Malumunuz Haziran ayı boyunca İstanbul’dan uzakta, Ege’nin dünya harikası koylarından birindeki küçük bir beldede yılın yorgunluğunu atmaya çalışmaktaydım. Her ne kadar bütün ay boyunca havalar alışılmışın dışında serin ve yağışlı geçtiyse de, siyasi ortam ısı eksikliğini fazlasıyla giderdi. İşte bu bir ay boyunca tuttuğum notlardan bir demet:
Haber vermeden ayrılanlar
Kimi dostlarım, değer verdiğim güzel insanlar, nedense ben uzaklardayken sıvışmayı yeğliyorlar. Bir bildikleri olsa gerek! İki ay önceki Uzakdoğu yolculuğumda sanatçı dostu göz cerrahı sevgili arkadaşım Asım Sevil böyle yaptı, bu kez de Ferit Öngören usta. Asım’ı minik bir karikatürle uğurladım. Ferit abi içinse Ayrıntı köşesinde Tilda Levi çok güzel yazmış, ekleyecek söz yok. Umarım günün birinde yıllarını vererek çizdiği İstanbul haritaları ciddi bir kurum tarafından keşfedilir de sağlığında hayalini kurduğu dev sergi gerçekleşir. Mekânları cennet olsun!
Torunlar ve Dedeler
Ama yaşam sürüyor… Haziran ayında okullar henüz kapanmadığından, tatil yapanların çoğunluğunu benim gibi yarı-emeklilerle yaşları henüz okula gitmeye elverişli olmayan minikler oluşturur. Dedelerle torunları arasındaki ilişkiyi, çiçeği burnunda dede olmamdan kaynaklanan farklı bir bakışla gözlemledim. Bunda torunumun kokusundan bir ay ayrı kalmamın etkisi bir hayli fazla tabii! Hadi itiraf edeyim; geçtiğimiz yıllarda kulaklarımda vuvuzella gibi çınlayan çocuk sesleri bu yıl nedense bana Puccini’nin aryaları gibi geldi! Torunlarla dedeleri arasında farklı bir bağ var adeta. Birbirlerinin dilinden anladıkları gibi, karşılıklı empati içindeler. Birlikte yaramazlık ediyor, birlikte azar işitiyorlar… Nedense aradaki nesil onları hiç anlamıyor.
Geleceğin Bilim Adamları
Tipik bir Yahudi fıkrasıdır: Bayan Goldberg torunlarıyla parkta gezinirken eski bir tanıdığına rastlar. Ayak üstü halhatırlaştıktan sonra, eski tanıdık ilgi göstermek adına çocuklara yaşlarını sorar. “Avukat altı, doktor sekiz yaşında” diye atılır yaşlı kadın. Bulunduğum küçük sahil koyunda, benim gibi tatil yapan yeni yetme dedeler arasında küçük bir araştırma yaptım: Hemen hepsi torunlarının zekâca farklı geliştiklerini söylüyor, büyüdüklerinde mutlaka bilim adamı olacaklarına inanıyordu. İçlerinde baba ya da aile mesleğini sürdüreceklerini düşünen her nasılsa hiç yoktu. Anlaşılan o ki, küresel ısınmanın çözümü bu minik bebelerden gelecek…
Aile Şirketleri
Aile mesleği demişken, dünyanın en uzun ömürlü aile şirketini tanıtayım size: Kongo Gumi’nin şirketi kapandığında tam 1.428 yaşındaymış! Japonya’da 578 yılında kurulan bu aile şirketinin iştigal alanı tapınak onarımıymış. Japonlar mı tapınmaz olmuş, tapınaklar mı sağlamlaşmış bilinmez ama aile şirketi 2006’da batmış. Bir seminer esnasında duymuştum, sıradan aile şirketlerinin ortalama ömürleri en fazla yirmi – otuz yılmış. Birinci nesil kurar, arkadan gelen geliştirir büyütür, üçüncü nesilse sanatçı olur, yani batırırmış! Mesleklerdeki süreklilik de benzer bir yol izliyor olsa gerek… Tıp doktoru olan bir dede torununun asla doktorluk yapmamasını dilerken, avukat kendisininkinin bilim adamı olmasını arzuluyordu. Dedesi büyük bir asker olan ünlü bir köşe yazarımızın askerler hakkında yazdıklarını okudukça bu dileklere katılmamak elde değil…
Farklılık Sorunsalı
Mesleklerle ilgili bu minik araştırmamın sonunda farklılığın olumlu tanımıyla bir kez daha karşılaştım. Farklı olmak nedir? Farklı olmayalım diye çabalarken acaba ne kadar farklı olmaya özen gösteriyoruz? Şık davetlerin öncesinde kadınlar pişti olmamak için günlerini değişik kıyafet arayışında geçirirlerken asıl amaçları göze batmak mıdır, yoksa bütün çaba sıradan olmak için midir? Göze batmamaya çalışırken göze batmakta olduğumuzun bilincinde miyiz acaba? Birisi bana İzel Bey yerine Bay İzel diye seslendiğinde bilinçaltındaki farklılığımı vurguladığının farkında mıdır? Bu farklılığın dile getirilmesinden rahatsızlık mı duymalıyım, yoksa aksine mutlu mu olmalıyım?
Korkuyor muyum?
Tatilimin bir sabahı - İstanbul’da fırtınaların estiği, benim de denizde serinlediğim bir gündü – telefonum çaldı. Günlük gazetelerimizden birinden arıyorlardı, bir araştırma yazısı için kısacık bir soruları vardı: “Korkuyor musunuz?” Şaşırdım. Neden korkmalıydım acaba? Denizden mi? Sıcaktan mı? Yağmurdan selden mi? Depremden mi yoksa? “Hayır, farklı olmaktan!” Farklı olduğuna inanılan inancımdan, farklı soyumdan, farklı ismimden, farklı düşüncelerimden, farklı bakışımdan, farklı çizimlerimden, farklı yazılarımdan, farklı, farklı, farklı… “Hayır” dedim, “korkmuyorum. Korksam saklanırdım, yazılarımı karikatürlerimi gazetede internette yayınlatmaz gizlerdim, hatta kaçardım!” Korkuyla yaşanmaz ki!
Üstelik farklı olmak güzeldir, niçin korkayım? Anlaşalım; tenim mavi değil, alnımda tek boynuzum, kıçımda mızrak gibi kuyruğum yok, sıradan insan türündenim. Nerdeymiş farkım? Hem kim kime göre farklı? Beni tek endişelendiren FİG olmak, yani ‘Farklı İnsanlar Grubu’na alınmak.
Hadi gelin bu yazıyı geçen yüzyılın büyük düşünce aktivisti Bertrand Russell’in aforizmalarından bir seçkiyle sonlandıralım:
‘Korku, batıl inançların temel kaynağıdır. Korkuyu fethetmek, bilgeliğin başlangıcıdır. Bir uçurumun kenarında yürürken düşme riskiniz, korktuğunuz oranda artar.’