Savaşlar dinlerin savaşı mıdır, ülkelerin mi? İnsanların savaşı mıdır, benliklerin mi? Düşünmeye başladıysanız iyi, çünkü geç kalıyorsunuz. Yapılan ve verilen tüm savaşlar aslında bizim içsel savaşlarımızdır. Bizler kendi kendiyle savaşan bir tür olduğumuzdan yalnızca savaşmakla yetinmeyiz, yanımıza destek de arar ve buluruz. Hatta yeryüzünde kendi türünü öldüren tek canlıyız... Hâlbuki bulmamız gereken tek şey ‘kendimiz’ iken...
Yalnızken bile savaşımız devam eder. Kızarız kendimize, bazen yalnızlığımıza çoğu zamanda kaderimize... Sanki istesek değiştiremeyiz. Yalnızlığımızı da kaderimizi de... Kendimizi suçlamak, vicdan azabı çekmek sürecini geçirdikten sonra düşmanımızı ararız. ‘Dışarıda’. Hâlbuki o düşman içimizdedir bizimledir. Bizizdir, farkında değilizdir... Şüphe, kıskançlık, endişe, öfke, intikam, kin, nefret, kibir... Bunların hepsi düşmanlarımızdan bazılarıdır. Kim bilir daha neler var neler...
Sendeki ben, bendeki sen konuşmaları nasıl da yorar insanı. Anlasan bir türlü anlamasan bin türlü. Sorsan anlamazlar anlatamazlar, anlatsalar da sen dinlemezsin. Nedir bunun çıkış yolu diye sorarsın. Sonra da bir kenara atar bırakırsın. Kaçtığını kurtulduğunu sanırsın. Yok oldu diye umarsın. Aslında o hep oradadır. Seni beklemektedir. Senin hamdan pişip hazır olmanı beklemektedir. Sabırlıdır sebat eder bekler...
Üzgünüm bu yazı pek çok okuyana ilginç gelmeyecektir. Savaş, hırs ve güç gösterisi içermeyeceğine taa başından karar vermiştim. Barış, huzur ve sakinliğin cazibesi yok ki okuyasınız. Ne yapayım yaradılışım böyle.
Gençliğimde ‘iyi haberler’ gazetesi diye bir projenin hayat geçirildiğini okumuştum. Ömrü tahmin edersiniz ki kısacık sürdü. Hiç birimiz iyi haber duymak istemiyoruz. İşin gerçeği bu. Olumlu fikirler, ılımlı tavırlar dünyayı kurtarmaya yetmez. Çünkü gerçek değildir. Bize gerçek görünmezler. Doğa bu değil, doğallık bu değil sanki... Hepimiz bir şey için savaşmalıyız, bir şeyin uğruna yaşamalıyız gibi sürdürürüz hayatımızı. Sonuna gelince de, “Ben ne yaptım? Ben hayatımı nasıl yaşadım?” diye sorgularız ölüm döşeğinde son nefesi verirken. Cesur olanlarsa, “Ben hayatımı nasıl boşa harcamışım? Bir hiç uğruna nasıl da ziyan etmişim? Ben ettim sen etme,” diye dile getirmeye yeltenecektir.
Aynalardan söz edildiğine şahit oluyorum. Sen aynasın, ben aynayım, biz aynayız. Herkes birinde kendisinden bir şeyler görüyor. Yok ya! Aynalar yok, sen de yoksun işin aslı bu. Uyan artık! Kendini aynalarda arayacağına kendinde bul artık.
Aynalar sadece senin aksini gösterir. Yani birinde olumsuz diye nitelendirdiğin, benim düşmanların dediğim hangi unsuru görüyorsan o kişi sana aynadır. Aynayı tutuyordur. Yoksa seni öven, seven, güzel bulan, iyilik timsalleri sana ayna değiller. Ancak etrafındaki insanlara bakıp hiç birinde kendinde olan olumsuz bir duyguyu göremeyince hatta bu gördüklerini tanımlayamayınca o insanlar da hayatından zaten çıkıyorlar. Bu duyguları meziyetleri görmemek demek onları tanımamak demektir. Bu insanları da görmemek onlarla birlikte olmamak demek oluyor. İşte ancak o zaman ben bir ayna olabilirim. Kimsede bir olumsuz yön görmeyen bir düşmanı bulmayan ben bir ayna olurum ve ben başkalarına ayna tutabilirim. Ta ki onlar da bende bir olumsuz yön ve yan bulmayıncaya kadar. Hepimiz tertemiz, saf iyi olduğumuzda aynalar da çoğalacaktır.
Karşılıklı iki ayna olma haliyse sonsuzluktur. Sonsuz kavramı sadece sevgiyle, ışıkla ve Tanrısal güçle olabilir. Onun dışında herşeyin bir başı ve sonu vardır. Bizler de arada bir yerlerdeyizdir.
İçimdeki savaşı dışarıya yansıtan benim. Savaş varsa onu yaratan ve yaşayan kişi de benim. İçimde barış varsa onu dışarıya yansıtan yine benim. Evet, gönül tabi ki, “Yurtta sulh cihanda sulh,” ister. Ancak barış içimdeyse dışarıda da olabilir. Benim iç dünyamla barışık olmam halinde benim dış dünyama da barışı yansıtabilirim. Bunu ben yaparsam etrafıma da yayarım. Sen yaparsan sen de yayabilirsin çevrene, oraya buraya. O yaparsa o da yansıtabilir her yana. Herkes kendi evinin önünü temzilerse dünya tertemiz olur demişler. Hepimiz iyi olursak dünya iyi bir yer olur, başka alternatifi yok. Dünyada barış istiyorsan kendinle barışarak işe başlamalısın.
İçimdeki düşmanı ya da canavarı tanımlayıp onunla barışmam gerekiyor. Tanımlanmamış bir duygu, nesne ya da olguyu ben nasıl görebilirim ki. Yüzyıllar önce Amerikayı fethe gelen gemilere bakan kızılderililer onları görmediklerini iddia etmişler. Sahilde güle oynaya vakit geçirirken aniden yüzlerce savaşçıyla karşılaştıklarında her biri şaşkınlıktan küçük dilini yutacakmış. ‘Nasıl yani’ diye sorduklarında denize ve ufka baktıklarını fakat gemileri görmediklerini her biri ayrı ayrı dile getirmiş. Neden mi? Böyle bir tecrübeyi daha önce yaşamadıklarından belleklerinde bir emsali yokmuş ondan... Anlaması zor değil mi? İşimize gelmiyor ondan değil mi?
Bir şeye bilerek bakmak onu görmemek demektir. Ön yargı veya bildiğini sanarak bakmaya devam... Hayat nasılsa yaşanıyor. Öyle ya da böyle de geçecek nasılsa. Buyurun buradan yakın...
Göze göz dişe diş politikasıyla eninde sonunda herkes kör olur, dişsiz kalır ancak dövene elsiz, sövene dilsiz olursak barış yolunu bulabiliriz. Amaç buysa tabi...
Bugün çoğunluğu Yahudi olan tek bir ülke olduğundan her Yahudi bu ülkeyle bir tutuluyor. Ya yarın ‘Tikun Olam’ diye bir yer varolduğunda kim ne diyecek acaba? İnanın bu dünyayı yaratmak da kendi kafamızda, kendi içimizde başlar. Ve bir gün gerçekleştiğinde de herkes BH orada olmaktan mutluluk duyacak.