Vladi BENBANASTE
Bu haftaki yazımı oldukça geç teslim edebildim. Zira sözlükteki kelime karşılığı; yeme, içme, uyuma şeklindeki tatil manasına gelen ‘Mavi’deydim. (Sevgili editörüm, gecikmeden dolayı, pliiiz forgiv mi.) Aslında bu hafta yazmasam filan dediysem de kandıramadım. Mavinin orta yerinde, telefon bi çeker bi çekmez, televizyon yok, gazete yok, olan bitenden bi-haber… Daha sabah kahvaltısı yeni bitmişken daldığım şekerlemeden öğlen yemeği çağrısı ile uyanmışken… Ne yazıcam diye arkadaşlara sordum… Bi sürü fikir. Yaw arkadaş öööle “şunu yaz” “bunu sööle” demekle olmuyor, bir kere genelin ilgisini çekecek, sonra içinde illaki hiciv olacak (kafamdaki konular, hicivler biterse köşe başındaki markette var bir alana bir bedava), toplumsal konular seçilecek, suya sabuna dokunmak serbest ama… İşte, aması var… İroni? … Olabilir, hatta olsun. Ama olurken de kimseyi incitmesin. O okur, bu bakar, şu inceler; demediğimi demiş gibi yapar, anlattığın üzerinden değil, anlamak istediği üzerinden eleştirir... Filan falan. Tabi ki mavide “off” mooduna girmiş zihnimi toparlayamadım, döndüğümde, gitmese miydim acaba? Dedirtecek, birikmiş soruncuklar… Hiç üşenmemişler, beni beklemişler çözümlenmek için. Editörümden bir mail: sıra sende! Yazın nerede?
Şükür bu sene de gidebildim Maviye. Şükür diyorum çünkü bilenler biliyor, -bilmeyenler için bakınız arşiv- geçen sene “şey” hastalığına yakalandığıma dair teşhis konulmuştu. 1.5 aylık bir uğraştan sonra sonunda “şey”imin “şey” olmadığı anlaşıldı ama içimde bir şey kaldı. Bu bana çok şey bir ders oldu. Ben gerçekten şanslıydım; bu olaydan sonra olanaklarım elverdiğince, yapabildikçe, öncelik sıralamamı yeniden gözden geçirdim. Zaman zaman hepimizin içine düştüğü, hayattaki ‘araç’ ile ‘amaç’ denklemimde biraz düzeltme yapmaya çalıştım… Yeniden derledim toparladım. İşte bu haftaki yazımı bunun üzerine kurgulamaya çalıştım.
Konuyla bağdaştığı için internetten bana ulaşan bir alıntıyı da sizlere aktarmak isterim: Amerikalı bir profesör dersine söyle başlamış: düşünün ki bugün dünyanın son günü. Yarın bu saatte her şey bitecek. Kurtuluş sansınız yok… Bugün ne yapardınız? Öğrenciler başlamış tek tek cevaplar vermeye:
-Tüm sevdiklerimle vedalaşırdım, ailemle doyasıya vakit geçirirdim, arkadaşlarımla eski günlerdeki gibi basket oynardım, tüm sevdiğim yemekleri yerdim, ormanda son bir kez dolaşırdım, güneşin doğuş ve batışını seyrederdim, piknik yapardım, hayatta en çok gitmek istediğim yere gider orada ölümü beklerdim, üzdüklerimi arar, onlardan özür dilerdim, vs, vs…
Hoca tüm bunları tahtaya yazmış, sonra gülerek sınıfa dönmüş ve demiş ki: “bütün bunları yapmak için dünyanın son günü olması şart mı ?”
Gerçekten!! Şart mı? … Bir daha okuyun… İsteklerimiz aslında o kadar basit ve kolay ki… Hemen şu anda yapabileceğiniz şeyler, arayın sevdiklerinizi, bir çift tatlı söz, bir hal hatır sorma, bundan kolayı var mı? Arayın üzdüklerinizi, farz edin ki yarın “son”. Ne demeyi içinizden geçiriyorsanız deyiverin bir solukta… Peki! Tamam, şu anda değilse de akşama, olmadı, yarına veya en geç hafta sonu bitmeden gerçekleştirin “yapıp / yapmaması elinizde olan ve size bağlı olan isteklerinizi ” anneler günü, babalar günü, sevgililer günü, o günü, bu günü olmasını beklemeyin eve bir buket çiçekle gelmek, bir uğramak veya sevginizi aktarmak için… Bu özel günlerde geçmişte kalanlara üzülmeyin, zamanında olanaklar el verdiğince ona her şeyi verdim, “ne kadar çok şey paylaştım” , “iyi ki bunu da” yapmışım, diyebilmenin mutluluğunu yaşayın.
Şimdi diyeceksiniz ki bunlara ne gerek var, biz zaten bunları yapıyoruz. Tamam o zaman. Anlaştık, lafım yapmayanlara, yapmadığının farkında olmayanlara , sonradan “keşke” diyeceklere … (Hassas okuyuculara not: yapamayanlara değil yapmayanlara). Haaa şimdi cırcırböceği gibi gezelim, tozalım , yarını düşünmeden yaşayalım sonucunu çıkaranlara ; o zaman kış geldiğinde cırcırböceğinin haline düşmeyi de kabullenmek gerek derim.
Bilinen bir sözdür; bazı şeylerden geri dönüş yoktur; ağızdan çıkan sözün,
yayından çıkan okun, geçip giden zamanın ve kaçırılan fırsatların. Siz siz olun, ne başınızdan bir “şey” geçmesini bekleyin , ne de son anı…
Nice mavilere...
Sevgiyle kalın.
KÜÇÜK BİR NOT: “Mesele nedir dayı” adlı geçen defaki yazımda gerçekten yeğenime öğüt verdiğimi zanneden sevgili okurumun eleştirisini tebessüm ile okudum. Bu tip yanlış anlaşılmalar olmuş olabilir diye genele açıklama yapmak zorunda hissettim. Bahsi geçen yeğen karakteri, yeğenim değil “Ezel” dizisindeki bir karakterdir. Gerçekte “dayı” ve “yeğen” olmayan ama dizinin temelini ve oluşturan bu iki baş aktörün aralarında geçen ve meselelerin çözümüne yönelik diyaloglar silsilesinden “esinlendim”. Bu karakterler birbirlerine “yeğen” ve “dayı” şeklinde hitap ediyorlar. Türkiye’de büyük çoğunluk tarafından beğenilmişti bu diyaloglar… O yazımı da bu “diyalogları kullanarak yazdım”. İyi ki de yazmışım, özellikle yanıma gelerek ; “sanki benim ağzımdan yazdın…” “Ne iyi ettin de yazdın…””Tam düşünüp de ifade edemediklerim…” “Kesip sakladık…” “Tebrik ederiz…” vs vs… şeklinde içten ve samimi övgülere teşekkürler… Yine başka bir okuyucumun iddiasının aksine hiçbir “alaylı” cümle kurmamaya özellikle dikkat ettim. Sonuçta yazımda da belirttiğim gibi toplumumuzda tuttuğum “nabzı” ilettim. Tabii ki her meselenin iki tarafı vardır. Olmalıdır da. Beğenenler, eleştirenler…
- İşte mesele buradadır yeğen, mesele olaylara tek taraflı bakmakta değil , aksine her iki tarafı da anlamaya çalışmaktadır… -
Bir kez daha sevgiyle kalın…