Kasım ayının başında yaptığım on günlük Küba gezisinin izlenimlerini geçtiğimiz haftalarda okumayı uman yakınlarım serzenişte bulundular: ‘Küba’da yediklerin senin olsun, bari gördüklerini yaz!’
Hemen belirteyim, yediklerim sıradandı; bol tavuk, pilav, patates… İçtiklerime gelince; Küba’da erkekler Bucanero yudumlarken, kadınlar daha hafif olan Crystal birasıyla yetiniyorlar. Ha bir de millî içkileri rom var tabii, ki buna ‘ron’ diyorlar. Tropikal kokteyller ‘ron’suz olmuyor. Mojitolar, Daiquiriler, Pina Coladalar ‘ron’la lezzet buluyor. Ancak ‘ron’ deyip geçmeyin, kokteylin reçetesi kadar kullanılan ‘ron’un yaşı da önemli. 15 yıllık ‘ron’ en kıymetlisi, sek içilmeli. Bir gece tatmak istedik, barmen uyardı: “Fiyatını biliyor musunuz? Bu özel olarak Fidel için hazırlanmış bir ‘ron’dur!” Uyarıyı dikkate alıp iki yerine bir kadeh söyledik, karımla bölüştük. Sonuç: Castro’nun damak tadı iyiymiş! Meraklısına: Küba’da şişesi yaklaşık 250, kadehiyse 30-35 liradan satılıyor. Kokteyller içinse Havana’da doğru barlara gitmek şart. Hemingway hep öyle yapmış…
Ernest Hemingway, Havana’nın resmi markası adeta! Kenti gezerken Hemingway’in hayaleti her an yanı başımızdaydı. Üstat, Mojitosunu La Boteguida del Medio’da yudumlarken, Daiquirisiniyse La Floridita’da içermiş. Ambos Mundos otelinin 511 numaralı odasında sevgililerini ağırlarken, La Sevilla otelinin panoramik terasından Havana’yı seyredermiş…
Şimdi bu terastan bakıldığında iç içe ama farklı iki Havana algılanıyor. Birincisinde zaman Hemingway’le birlikte durmuş: Binalar ‘belle epoque’ mimarisini çağrıştırıyor, 57 model pembe Buick’ler, mavi Chevrolet’ler sahil yolunda fink atıyor. Yaşlı insanlar ağızlarında puro, kafalarında bej hasır şapkalarıyla ya da beyaz çiçekli türbanlarıyla daracık sokaklarda salına salına yürüyorlar. Bu döneme son damgayı vuran 1950’lerin başında yapılan Hilton Oteli. Havana’yı zapt ettiğinde Castro’ya karargâh olan otelin şimdiki adı Havana Libre. Biz burada kaldık. Binaya 1959’dan bu yana çivi çakılmamış sanki. Ama servise diyecek yok. Adamlar müşterinin bir dediğini iki etmiyorlar. Banyomuza yağmur yağıyor dedik, onarım için anında üç kişi geldi. Güler yüzlü, sevimli, tipik Kübalılar… Onaramadılar ayrı, ama hiç değilse iyi niyetle denediler… Sonuç olarak özür dilendi ve sanırım otelin en büyük odası bize tahsis edildi. Üstelik üç yıllık bir ‘ron’ şişesiyle birlikte! Oda o kadar büyüktü ki, yatak odasından salonda çalan telefona koşturana kadar arayan kapatıyordu. Biliyorum, yatak odasında telefon ahizesi yok muydu diyeceksiniz; vardı ama numarası farklıydı!
İkinci Havana’daysa 1990’larda son bulan Sovyet rejimi baskın. Kişiliksiz beton bloklar, çirkin lojmanlar, koca anıt heykeller, komünizmi ve devrimi öven dev duvar panoları, adım başı çatık kaşlı polisler, ittirilerek çalışan Rus malı Moskovitch otomobiller, Ladalar… Fotoğrafın bütününe bakınca, Havana 20.yüzyılın geniş bir özetini sunuyor. Tam ortasından bıçak gibi kesilmiş bir yüzyıl: İlk yarısı kapitalist Amerikan, ikinci yarısı sosyalist Sovyet…
Fransız çizer Wolinski 1998’de Küba için şöyle yazmıştı1: ‘Öğrencilerin öğretmenlerden az, doktorların hastalardan, polislerinse suçlulardan fazla olduğu, okumaz-yazmaz sayısının turistlerde ağır bastığı tek Latin Amerika ülkesi.’ Bugün durum hâlâ aynı… Okur-yazar oranı yüzde yüz. Nüfusun yüzde beşi üniversite bitirmiş. Üstelik üniversiteye girmek deveye hendek atlatmaktan daha zor! Turist ise halktan cahil! Adım başı sahaflar, kitapçılar… Okumak tutku Kübalı için; ama başka ne yapsın? Televizyon var kanal yok. Cep telefonu var, hat yok. İnternet var, bağlantı yok… Geriye ya kitap okumak, ya da dans etmek kalıyor. O da hem okuyor, hem oynuyor!
Küba’ya bu ilk gidişimdi. Uluslararası bir fuarda ülkemizi temsil ettim. Havana’dan ve adanın batısındaki tütün plantasyon merkezi Pinar del Rio’dan başka kent göremedim ne yazık ki. Oysa, Trinidad’ı, Santa Clara’yı, Santiago de Cuba’yı gezip görmek isterdim. Öyle güzel anlattı ki oraları 23 yaşında dört lisan bilen üniversiteli rehber-asistanım Grethel Molina Luis…
Grethel Atatürk’ün devrimlerini de biliyor. “Yazık değil mi? Neden bir bir yıkıyorsunuz adamın yaptıklarını?” diye sordu safça. “Orantısız sevgiden!” diye yanıtladım, anlamadı…
Sonra ben sordum, ‘Havana’da çok Yahudi kaldı mı?’ diye. Karımın dedesinden duymuştum öykülerini, oldukça varlıklıymışlar zamanında. Dedemiz de pek yamanmış hani, fırsat buldukça İzmir’den Havana’ya uçar, gününü gün edermiş. Castro gelince düzeni bozulmuş tabii!
“Yahudi çok”, dedi Grethel. “Havana’da ikiye ayrılmışlardır: Sefaritler ve Aşkenazitler(!), sinagogları bile ayrı! Sizde de öyle midir?”
“Evet”, dedim, “bizde de öyledir. Örneğin ben bir karışımım; annem Sefarat, babam Aşkenaz.”
Kızın gözleri kocaman açıldı: “Sen bir mulato’sun öyleyse!”
Estağfurullah diyeceğim ama İspanyolcam zayıf. Hızla bildiğim tüm lisanlarda ‘mulato’nun olası kökenini düşündüm. Fransızcada ‘mulet’ye takıldım: Katır veya kefal balığı?
Allahtan beni merakta bırakmadı genç mihmandarım: “Bak karşıdaki kızı görüyor musun?” Parmağıyla nefis bir esmer güzelini işaret ediyordu. “İşte o bir mulata. Annesi Afrikalı, babası İspanyol… Her ikisinin güzel taraflarını almış: Siyah saçlar, iri gözler, dolgun dudaklar, ince bel, geniş kalça, uzun boy, açık kahve ten, mükemmel karışım!”
Marifet iltifata tabidir! Biraz belden incelsem, ‘mükemmel karışım’ olacağım demek! Şaka bir yana, Kübalıların bilmedikleri bir şey varsa, o da ırkçılık! Henüz görmeyenlere söylüyorum, çok geç olmadan bu müstesna ülkeye gidin, şaşıracaksınız…
1 Monsieur Paul A Cuba, Wolinski, Albin Michel yayınevi, Paris 1998