Bir din dersi öğretmeni, sınıfta dolaşıp öğrencilere birer birer sormuş:
-Nasıl anımsanmak istersin?
Öğrencilerden hiçbiri bu soruya doyurucu bir yanıt verememiş. Bunun üzerine öğretmen gülümseyerek şöyle demiş:
- Doğrusunu söylemek gerekirse, bir yanıt vereceğinizi beklemiyordum. Şu anda çok gençsiniz, ancak bu soruyu elli yaşına bastığınızda kendi kendinize sorun. O gün geldiğinde, yine bir yanıt bulamıyorsanız, o zaman tüm yaşamınızı boşa geçirmişiniz demektir.
Elli yaşımı çoktan aştığıma göre, öğretmenin ortaya attığı bu soruyu öncelikle kendime sormam gerekir; ancak ilk takıldığım konu yaşarken mi yoksa öldükten sonra mı nasıl anımsanacağım!.. Ne de olsa bir kişinin arkasından konuşmak daha kolay görünüyor. Önce anımsanma zamanı yönünden farklı yanıtlar verebilirim sanırdım, ama elli yaş sınırını koyduğumuzda değişen bir şey olmadığını düşünüyorum. O yaşa değin başkaları üstünde bir izlenim yaratamamışsam, geçmişe yönelik tüm çabalarımı sorgulamakta yarar görürüm.
Biz yine sorumuza dönelim:
Yaşarken ya da öldükten sonra, nasıl anımsanmak isterdim?
Kuşkusuz ilk anda aklıma gelen, erdem kurallarının sınırları içinde kalan, duygu ve düşüncelerin şekillendirdiği, olumlu niteliklerimi ortaya koyan klasik sıradan oluyor: Güvenilir, dürüst, çalışkan, yardımsever, sevecen, eylem insanı, bir düşün önderi ya da sanatçı…
Bu sözlerden sonra, akla şu sorular da gelecektir:
Kuşkusuz istemek güzel, ancak böyle güzel sözcükler, olumlu nitelendirmelerle anımsanmak için ben kendi payıma nasıl bir çaba harcıyorum? İnsanlara ve insanlığa nasıl bir katkıda bulunuyorum? Bir çıkar söz konusu olduğunda, nerede ve nasıl yer alıyorum?
Sanırım önce bu sorulara içtenlikle yanıt vermem gerekiyor.
Ayrıca her bir insanın benim hakkımdaki yargısı tümüyle farklı olabilir. Aile çevrem kadar, tanıdık, dost, iş ve sosyal ilişkide bulunduğum insanların bakış açıları da mutlaka farklıdır. Her biri kendi baktıkları pencereden beni görecek, duygu ve düşünceleri yanında, çıkarları doğrultusunda beni yargılayacaktır.
Konuya herkesin yaklaşımı bir yana, yalnızca “insan” olarak anımsanmam, benim için yeterli bir onurdur.
Anlatacağım şu kısa öykü sözlerimi daha iyi vurgulayacaktır:
Eski Çin’de bilmece meraklısı bir gezgin, karşılaştığı bilgelere sorular sorarak yaşamın özünü ve gerçeklerini kavramaya çalışırmış. Bir gün yüksek tepelerde oturan bir bilgeden söz edildiğini duymuş. Hiç zaman yitirmeden yola çıkmış, bilgeye ulaştığında ona iki soruya yanıt vermesini istemiş. Önce “Dünyada başarılması en zor şey nedir?” diye sormuş. Bilge, “İnsan olmayı başarmaktır!” diye yanıtlamış.
Sonra ikinci soruyu sormuş: “Dünyada en çok ve en az bulunan iki şey nedir?”
Bilge hiç duraksamadan, “İnsanoğlu çok, insan azdır.” demiş.