“Yılları saymayı bırak! Önemli olan kaç yıl geçtiği değil, nasıl geçtiği!” diye azarladı beni telefonun öbür ucundan, yazımı teslim etmem için neredeyse her gün beni taciz etmeyi alışkanlık haline getirmiş olan bu sayfanın yayın yönetmeni şirin arkadaşım. Yılbaşına henüz on gün vardı ve daha şimdiden yeni yılın ilk yazısını talep ediyordu. Yeni yılda altmışlık olacağımı söylememle paylanmam bir olmuştu. Önemli olan nicelik değil nitelik misali, geçmişteki yılların sayısı önemsizdi onun yaşam felsefesinde…
Oysa her sabah aynaya baktığımda karşılaştığım surattaki çizgiler, bir otomobil göstergesi gibi geçen yılları yüzüme vuruyor! Fırçamda kalan her saç telinin artık yenilenmediği, ışık vurunca yer yer parıldayan kafa derimden anlaşılıyor. Aksi gibi, seyrelen saçlarımın yerini kulak memelerimde ve burnumun tepesinde peydahlanan yeniyetme kıllar alıyor!
Sahi nasıl geçti onca yıl acaba? Bilanço tatminkâr mıydı? Telefonu kapadıktan sonra istem dışı da olsa hızlı bir muhasebeye giriştim. Bazı yılların yaşantımda önemli dönemeçler oluşturduğunu fark ettim. Yıllar önce izlediğim ‘Sliding Doors’ (Rastlantının Böylesi) isimli filmi hatırladım. Birkaç saniyeyle metroyu kaçıran bir kadın – ki bence bu rolde Gwyneth Paltrow harikaydı! – sefil hayatını aynı şekilde sürdürüyor, oysa aynı kadın metroya yetiştiğinde yaşantısı tamamen farklı seyrediyordu. Ama filmin sonunda, iki paralel yaşam sürdüren kadının kaderi her şeye rağmen değişmiyordu.
Bu sadece bir film deyip geçmeyin. Gerçek yaşamda da benzer durumlarla karşılaşılmıyor mu? Üç-beş saniye uğruna iskele verilmeden vapurdan atlamaya çalışanların, yirmi metre ötedeki yaya geçidine rağmen kendilerini trafiğin ortasına atanların yaşamları, belki biraz geç kalsalar hiç değişmeyecek ama aceleleri sayesinde dünyaları hepten değişebiliyor!
Fakat konumuz aceleciler değil. Altmış yılın muhasebesini yapınca, ister istemez hayatımdaki önemli dönüm noktalarını düşünmeye koyuldum ve şunu fark ettim: Bazı olaylar hayatımın seyrinde çok önemli roller üstlenmiş. Örneğin askeri müdahaleler…
12 Mart 1971 muhtırası verildiğinde tam yirmi yaşındaydım. 68 rüzgârı bir yandan, hippi rüzgârı öte yandan, dört bir yana savrulup duruyordum. Sonunda eğitimimi yarıda bırakıp soluğu askerde aldım… Dokuz yıl sonraki 12 Eylül darbesi ise iş hayatımı doğrudan etkiledi. Fakat hayatımın seyrinin asıl 27 Mayıs 1960 darbesiyle değiştiğini, kaderiminse tıpkı “Sliding Doors” filmindeki kadınınki gibi hiç değişmediğini sanıyorum.
Böyle düşünmeme neden, şu ara okuduğum bir kitap. Mine Söğüt, üç askeri müdahalenin ilk haftalarında ulusal basınımızda yer alan köşe yazılarından ilginç bir derleme yapmış. Kitapta Abdi İpekçi, Uğur Mumcu, Aziz Nesin, Çetin Altan, Sami Kohen gibi onlarca yazarın darbe sonrası kaleme aldığı köşe yazıları yer alıyor1. İşte size çok kısa bir potpuri:
(…) 1950 Mayısında serbest ve dürüst seçimler sonunda hep beraber düğün bayram ederek girdiğimiz çok partili demokratik hayatı 10 yıl içinde nasıl oldu da soysuzlaştırdık? (…) Millet çoğunluğuyla işbaşına gelen adamlar, bu çoğunluğa dayanarak dilediklerini yapabileceklerini ve azınlıkta kalan muhalefeti ezebileceklerini sanıyorlardı. Nadir Nadi - “Başyazı” Cumhuriyet, 30.05.1960
(…) Türkiye’nin tarihi konjonktürü, gerilerle aydınların itişmesinde inisiyatif nöbetini gitgide kısaltmaktadır. Aydınların inisiyatifi ele almaları sıklaşmaya başlamıştır. Bu seferki on yıl sürdü. Devlet adamları bu konjonktüre dikkat etmelidirler. Türkiye’de on, on beş yılda mutlaka bir değişiklik olur. Çetin Altan - “Taş” Milliyet, 01.06.1960
On yıl öncesini düşünüyorum. Duvarları baştan sona dolduran Demokrat partinin “YETER!”leri Halk Partisi’nin yüzünde şamarlarmış, yüzde doksan sekizle Demokrat Parti doludizgin Hürriyet yolcusu olmuş. 14 Mayıs 1950 bir çığ gibi. Tahsin Öztin - “Düşünceler” Hürriyet, 01.06.1960
(…) Kur’an’da Allah’a, peygambere ve idare edenlere itaat olunması buyrulmuştur. Lâkin adaletten ayrılmamaları şartiyle. Adaletten ayrılırlarsa onlara itaat etmemeyi emreder. Bu sebeple Türk Ordusu’nun 27 Mayıs’ta zalimlere vurduğu kansız darbe her şeyden evvel Allah’ın buyruğuna uygundur, Allah’ın emriyle olmuştur. Kadircan Kaflı - “Merhaba” Tercüman, 02.06.1960
(…) Türkiye şanlı ordusunun başarılı teşebbüsünden hemen sonra memlekette huzurun ve hakiki demokrasinin kurulması yolunda giriştiği müspet faaliyet sayesinde, dünya çapında itibar ve sempati kazanmıştır. Türk milletinin hürriyet mücadelesi, Asya ve Afrika’da diktatörlük sevdasına kapılanlar için iyi bir ders olacaktır. Sami Kohen - “Siyaset dünyasında” Milliyet, 02.06.1960
Türkiye, Ulusal Kurtuluş Savaşı ile kazandığı bağımsızlığı, son otuz-kırk yıl içinde cömertçe harcayarak, 1960 yılının 27 Mayıs sabahına ulaştı. 27 Mayıs ihtilâlcileri çağdaş bir anayasa ve özgürlük ortamı yaratarak çoğulcu demokrasiye adım atmaya çalıştılar. Bu özgürlük ortamı, 12 Mart Muhtırası ile noktalandı. (…) Uğur Mumcu - “Gözlem” Cumhuriyet, 18.09.1980
Ne ilginç değil mi? Bu ve benzeri yazıları ardı ardına okuduktan sonra kendi kendime sormadan edemiyorum: Demokrasimizin bugün ulaştığı çizgiyle 1960 öncesinin çizgisi arasındaki fark ne? Askeri müdahaleler metroya binmemizi geciktirdi belki ama kaderimiz değişmedi. 1960’ta kaldığımız yerden devam ediyoruz; bu kez kapılar biz binmeden kapanmayacak gibi...
Hoşgeldin 1961!!!
Not: Bu yazı kendimle bir hesaplaşmadır. Siyasi amaçla kaleme alınmamıştır.
1 Darbeli Kalemler, GETTO yayınevi, Eylül 2010