2011 yılında Türkiye’nin Ortadoğu politikasında radikal değişiklikler olacağını söylemek çok gerçekçi değil. Böyle bir değişiklik olacaksa da, bunun düğmesine Ankara basmayacak.
2011 yılına Ortadoğu, uzun zamandır karakterini ifade eden gelişmelere açık giriyor… Belirsizlik, anlaşmazlık, güvenlik sorunları, sınırlar ötesine sallanan roketler, silahların gölgesinde serpilmeye çalışan yaşamlar, toz, duman…
Gözlemciler, kuzeyde Hizbullah’ın silahlanmasına dikkat çekiyorlar. 2006 yazındaki sıcak saatlerden sonra, örgütün atış kapasitesini birkaç misline çıkardığı tahmin ediliyor. Ondan öte, gücünün doruğuna ulaşan Nasrallah’ın İran bağlantısı ile Lübnan’ı siyaseten teslim almış olduğu da açıkça ortada. Bugün, Hizbullah’ın oluru olmadan Beyrut’ta – her ne ile ilgili olursa olsun – karar almak, neredeyse olanaksız.
‘Dökme Kurşun’ operasyonundan bu yana yaralarını sarmaya çalışan Hamas için de aynı notu düşmek olası. Takındığı uzlaşmaya kapalı tutum ile Filistin sorununa çözümün anahtarını elinde tutan Hamas, bir yanda İsrail ile gerginliği muhafaza ederken, öte yanda, kendisine yapılan telkinlere rağmen, Mahmud Abbas’ın Filistin Özerk Yönetimi ile bir anlaşmadan kaçınıyor. Abbas’ı zayıflatmak ve uluslararası platformda zaten sallantıda olan konumunu perçinlemek için, muhtemelen seçimleri bekliyor. Batı Şeria’da da azımsanmayacak destekçisi bulunan Hamas’ın, burada da yönetimi ele geçirmek istemesi son derece doğal. Bunun seçimler yoluyla olmaması durumunda, bölgeyi nelerin beklediği konusunda tahminlerde bulunmak belki spekülasyon olur ama, yine de parantez içinde düşünülmesi gereken bir konu.
Ortadoğu’da gücünü Hizbullah ve Hamas ile göstermeye çalışan İran’da ise işler o kadar iyi gitmiyor. Birleşmiş Milletler kararları uyarınca kapsamlı bir ekonomik abluka altına alınmış Tahran yönetimi her ne kadar nükleer emellerini rafa kaldırmadıysa da, muhtemelen batı ile olan gerginliği azaltmak adına yaptığı Dışişleri Bakanı değişikliği ile, katı söylemini biraz daha yumuşatmış durumda. Gerçi, İsrail’i şeytanlaştırmak ve tüm kötülüklerin ve belaların sorumlusu olarak göstermek, hâlâ Ahmedinecad’ın söyleminde bir numaralı yerini koruyor.
Tahran, Ortadoğu ve İsrail ile uğraşadursun, başına çorabı doğudaki komşuları örüyor. Afganistan ve Pakistan’daki aşırı dinci çevrelerin – ve bu arada Taliban’ın da - desteklediği Suni Cundullah örgütü Tahran’dan ırak diyarlarda terör estiriyor. Son olarak geçtiğimiz Aralık ayında 40 kişinin ölümü ile sonuçlanan intihar saldırısından sonra gerçekleşen infazlar, durumun bölgede çok da kontrol altında olmadığını gösteriyor. Bunlara bir de ekonomik abluka altında bunalmaya başlayan halkın gitgide üst perdeden çıkan sesini, Azeri, Arap ve Kürt azınlıkların sıkıntılarını da eklemek olası.
Bütün bunlar olup biterken, 2011 yılında Türkiye’nin Ortadoğu politikasında radikal değişiklikler olacağını söylemek çok gerçekçi değil. Böyle bir değişiklik olacaksa da, bunun düğmesine Ankara basmayacak. Zaten kısa bir süre sonra başlayacak seçim süreci böylesi keskin virajları kaldıracak durumda olmayacaktır. Ortadoğu’da, geçtiğimiz seneden bu seneye devir olan sıkıntıların iç siyasete malzeme teşkil etme potansiyeline sahip olduğu ise açık. En azından, geçmiş seçim dönemleri, bunun habercisi durumunda…
Türkiye’nin İran ile olan ilişkilerini de yine benzer çerçevede değerlendirmek mümkün. Tarihleri boyunca bölgedeki nüfuz çatışmalarında hiç yenişememiş bu iki ulusun, benzer beklentiler içinde olmaları – ya da öyle olduklarının algılanması – bile eşyanın tabiatına aykırı gibi duruyor.
Durumlar her zamanki gibi karmaşık. Ve bu durum ne yazık ki dünyanın bu coğrafyasında böyle kalmaya devam edecek. Yine de, “iyi’ye ulaşmak için iyi’yi” düşünmek gerekir demek gerek diyelim…