“Gözümle görmeden inanmam” dedi bir gün bir arkadaşım. “Her gördüğüne inanıyorsan, o zaman David Copperfield gibi sihirbazların insan vücudunu kılıçla ikiye böldüğüne de inanabilirsin; gözünle gördün ne de olsa” diyecektim ama sustum. Sustum çünkü konunun anlamsızca uzayıp gitmesinden korktum.
Kimi ‘gözümle gördüğüme inanırım’ der, kimi ise ‘gözümle görmeden inanmam’. Bir de ‘gözümle görsem bile inanmam’ diyenler vardır ki, bence bunlar daha gerçekçidir. Hayatta çoğu şey -hatta belki de hiçbir şey- göründüğü gibi değildir çünkü göz ve görüntü aldatır.
Gökyüzüne bir bakın. En sevdiğiniz yıldız artık yerinde olmayabilir; size ulaşan belki yalnızca ışığıdır. Ancak sizin açınızdan, o yıldız yerli yerinde, öyle değil mi?
Bir de 1000 ışık yılı uzaklıktaki bir yıldızdan dünyaya baktığınızı düşünün. Dünya daha Ortaçağ’ı yaşıyormuş gibi görünmez mi?
Bazılarının masal kitabı zannettiği ama aslında küçüklere değil, kafaca bayağı büyüklere hitap eden Le Petit Prince (Küçük Prens) kitabının yazarı, savaş pilotu Kont Antoine de Saint Exupéry ne diyordu? “İnsan ancak gönül gözüyle görür. Aslolan göze görünmez.”
Neyse, konumuza geri dönelim. Özetle, kimi ancak gözüyle gördüğüne inanır, kimi gözüyle görse bile inanmaz, aslolan da zaten gözle görülmez.
Gözle görme meselesini çözdüysek, inanç meselesine geçebilir miyiz artık? İnanmak nedir? Bir konuda “Ben biliyorum, doğrudur” derseniz, inandığınızı söylemek pek mümkün değildir çünkü inanmak, bir olayın nasıl gerçekleştiğini bilmediğiniz halde, o olay hakkında söylenenlerin doğru olduğunu varsaymaktır. Örneğin hırsızlıkla suçlanan biri için “Ben gözümle gördüm, parayı o almadı” demek mi daha etkileyicidir, yoksa “Alıp almadığını görmedim ama ben ona inanıyorum, almadı diyorsa almamıştır” demek mi? Burada yanılgıya düşmeyelim, mahkemede tanıklık etmekten söz etmiyoruz, sadece tanıdığımız, güvendiğimiz biri hakkında kendi aramızda konuştuğumuzu farz ediyoruz.
“Ben ona inanıyorum, almadı diyorsa almamıştır” dediğimizde, inançta sadakat unsurunun önemli bir rol oynadığı ortaya çıkmaktadır.
Peki, inanç ile sadakat arasındaki bağlantıyı hiç düşündünüz mü? Bu konuda, etimolojiden yararlanabiliriz. Önce Latin kökenli iki dile bakalım isterseniz. Fransızca inanca foi, inanana ise fidèle denir ki, bu son sözcük aynı zamanda sadık demektir. İngilizce inanca faith, inanana ise faithful denir ki, bu son sözcük de sadık anlamına gelir.
İbranice ve Arapça’da durum ne? İnanç veya iman, İbranice emuna şeklinde tercüme edilir. Dikkat edersek iman ile emuna sözcüklerinin aynı kökten geldiği hemen anlarız. Nasıl mı? Sesli harfleri çıkardığımız zaman geriye kalan sessiz harfler, o sözcüğün kökünü oluşturur. İman ile emuna sözcüklerinin kökünü meydana getiren sessiz harfler hangileri? M ile N, öyle değil mi?
Konudan yine saparak şöyle bir saptama yapmak istiyorum. O çok ses çıkaran sesli harflerin aslında bir sözcüğün yapısında rol oynamadığını düşünmek ne tuhaf... Kelimeyi oluşturanlar, sesi sedası çıkmayan ama kapı gibi sağlam sessiz harfler.
Neyse, yine etimoloji ile ilgilenelim. Etimoloji harika bir konudur. Bugün bana sorsanız Tora çalışmak dışında ne okumak isterdin diye, etimoloji ve sosyoloji derdim. Sırf sözcüklere bakarak gelecek ile geçmişin bir ve aynı olduğunu keşfedebilirsiniz. Örnek mi istiyorsunuz? Kökü, K-D-M harflerinden meydana gelen sözcükleri ele alalım. Kadim nedir? Eski. Kıdem? Eskilik. Bir işyerinde ‘kene’ addedilinceye kadar uzun kalana, nihayet giderken ne verilir? Kıdem tazminatı! Mukaddem? Daha eski. Kaddam? Öncü, lider. Kademe nedir peki? İleriye doğru atılan adım. İbranice’deki kadima gibi. Takdim nedir? Öncelik. Muhasebede takdim tehir denen ve birkaç haneli rakamlarda sayıların yer değiştirmesi için kullanılan tabirde olduğu gibi.
Geçmişle gelecek bir ve aynı ise, o zaman uzaktaki yıldızdan dünyaya baktığınızda gördükleriniz de aslında doğru demektir.
Ve yine inanç konusu... Ani maamin, ‘ben inanıyorum’, neeman ise ‘sadık’ demektir. Arapça mümin, inanan, güvenen; müminin, inananlar, sadıklar; emin ise güvenilir anlamına gelir.
Asıl meselenin insanlara inanmak olmadığını tahmin etmişsinizdir. Bir insana Yüce bir Yaratıcı’ya inanmanın ne demek olduğunu öğretebilir ama -içinde o duygu yoksa- kolay benimsetemezsiniz. İçinde yaşadığımız dünyayı ve bütün evreni yaratan Tanrı’ya inanmaya, kimse bizi zorla ikna edemez. Saatlerce tartışabilir, Tanrı’nın olaylara müdahalesi şeklinde gerçekleşen mucizeleri, kişinin gözünün içine sokabiliriz ama o, tesadüf deyip geçecek, “Sen bana bilimsel kanıt göster” diyecektir. Acaba sorun, bir sadakat sorunu olabilir mi?
Sadakat öğretilir mi peki? Evet, öğretilir ama kalp sadık olmayı istemiyorsa, sadakatsizlik kaçınılmazdır. Aynı şekilde kalp inanmak istemiyorsa, ne yazık ki yapacak fazlaca bir şey yok.
Yazımı bir fıkra ile sonlandırmak istiyorum. Tanrı varmış gibi yaşıyorum demiş adam, çünkü öldüğüm zaman Tanrı’nın olmadığını öğrenirsem, sonuçta bir kaybım olmaz. Ama ya varsa? Fıkranın kahramanının kazancı, bu dünyada en azından dürüst ve düzgün bir hayat sürdürmüş olacaktır. Tanrı’ya inanmak, her durumda kazanmaktır.