Doğruya doğru, seyahat etmeyi seviyorum. Ama şerbetli tatlının fazlası gibi, seyahatin fazlası da gün geliyor iç bayabiliyor. Hele bir başınaysam…
İki gündür Bangkok’ta bir otelde tıkılıp kaldım. Bu yazı da bir Pazar akşamı otel odasında kaleme alınıyor… İnsan Bangkok’a gider de otelde tıkılır kalır mı demeyin; geçtiğimiz hafta Çin’in güneyinde iş seyahatindeydim, bu hafta da yeni iş görüşmeleri için Tayland’da bulunmam gerekiyordu. İki gün için eve dönmeyi göze alamayınca, hafta sonunu Bangkok’ta geçirmeye karar verdim.
Küresel iklim değişikliği hemen her ülkede etkisini gösteriyor. Karımın sözünü dinlemeyip yazlık kıyafetlerle gittiğim Çin’de, ilk işim kendime yünlü bir hırkayla bir polar yelek satın almak oldu. Buna rağmen dört gün boyunca soğuktan dişlerim takırdadı. Bölgede böylesi soğuklar daha önce hiç görülmediğinden gereken altyapı haliyle henüz oluşturulmamış. Odalarda ısıtma tesisatı hemen hiç yok, olanlar ise yetersiz. Yazlık klimaları en üst dereceye getirerek ısınmaya çalışıyorlar. Bu koşullar altında geçen bir haftandan sonra, hafta sonunu bu mevsimde ısı ortalamasının 32 derecenin altına inmediği Tayland’da geçirmenin cazibesi bir misli arttı.
Uçaktan iner inmez, kendimi can havliyle kentin hemen her yerinden azametli bir abide gibi görünen, Baikoye Sky Oteli’nin içinde bulunduğu Bangkok’un en yüksek gökdelenine atıverdim.
Atıverdim diyorum ama atan başkası. Zira beni buraya şirketimizin lojistik işlerinden sorumlu iş arkadaşım ışınladı. Hem kaliteli, hem de oda fiyatları oldukça uygun dedi elime voucher’i tıkıştırırken. Nedense Bangkok’a daha önce gidip gitmediğini sormak o an aklıma gelmedi.
Otelin girişi tam bir keşmekeş! Bizim Mahmutpaşa’nın bayram öncesi yoğunluğunda… Aslında orası otelin kapısı değil. Ana girişe ulaşmak için önce asansörün önünde sıra beklemek şart. Sıra geldiğinde, yirmi beş – otuz kişiyle birlikte, itiş kakış içinde binanın on sekizinci katına çıkmak gerekiyor. Taylandlılar doğal olarak çok içten, çok nazikler… Kayıt için müşterileri kibarca bankolara yönlendiriyorlar. İlk bakışta anladığım kadarıyla otelde Rus ve Japon turist patlaması yaşanıyor. Ailelerini toplayan Rus ve Japonlar, yarıyıl tatili için soluğu Bangkok’ta almışlar. Taylandlılar da bu konuda oldukça becerikli ve tecrübeliler. Önlem olarak bankolara Japon ve Rus görevlileri doldurmuşlar. Böylece büyük karışıklıkların önü alınmış oluyor. Ne ki, bu elemanlar İngilizce konuşmayı pek beceremiyorlar. Hal böyle olunca, benim gibi sıra dışı müşterilerin işleri biraz aksayabiliyor. Ama önemli değil, azınlıkta yaşamaya alışkınım nasılsa…
İngilizceyi biraz olsun kıvırabilen bir resepsiyon görevlisi bulduktan sonra, biraz güç de olsa otel girişimi tamamladım. Odamın anahtarı elimdeydi ama sorun da asıl o an başlıyordu. Görevli, odalara nasıl çıkıldığı, kahvaltı için hangi asansörden inip hangi asansöre binilmesi gerektiğine dair bir dizi talimat sıralarken ben boş gözlerle adama bakıyor, bir an önce bu mahşeri kalabalıktan kurtulup odama çıkmak istiyordum. Ne de olsa eski bir otel kurdu sayılırım, boş talimatlara karnım tok! Oysa ki şimdi karşımda tam dört koridor vardı ve dördünde de farklı katlara çıkan asansörler bulunuyordu. Sağ baştaki asansörün önünde uzunca bir kuyruk oluşmuştu. Daha mı hızlı çıkıyor acaba diye düşünürken, sıra bekleyenlerin ellerindeki biletleri fark ettim. Koridorların girişindeki yönlendirme tabelalarını okumak o an aklıma geldi. Durum anlaşılmıştı: Yetmiş yedinci kattaki gözlem katına çıkmayı bekleyen turistlerin sırasıydı bu. Bir diğer asansörse seksen ikinci kattaki döner lokantaya çıkıyordu. Benim gibileri odalarına çıkartacak asansörleri arayan insan güruhuyla birlikte sol baştaki koridora yöneldik. Koridorun girişindeki görevli kibarca ve teker teker oda kartlarımızı kontrol etti. Hiç değilse artık doğru asansörde bulunduğumuzu anlamanın huzuruyla düğmelere bastık…
Sabah kahvaltısıysa gerçek bir macera oldu! Bulunduğum kattan tekrar on sekizinci kata inen asansöre bindim. Oradan, bu kez yetmiş altıncı kata çıkan ekspres asansöre kayıt işlemimi yaptırdım. Yetmiş altıncı katta bizi karşılayan hostes, oda kartımı kontrol ettikten sonra beni iki kat yukarıya, yetmiş sekizinci kata yönlendirdi. Allahtan bu kez asansöre binmek gerekmedi, basamakları kullanmam yetti… Kahvaltı salonuna ulaştığımda, vitamin haplarımı odamda unuttuğumu fark ettim. Bangkok’un havası başka, vitamine ne gerek? Bu şartlar altında karımın çantama tıkıştırdığı renkli drajeleri kullanmaktan temelli feragat ettim…
Vitaminlerin yerine geçtiği kanıtlanmış; sabah kahvaltısında bol meyve yiyorum artık. Tayland’ın bence en güzel zenginliklerinden biri, her üç mevsiminde farklı lezzet ve renklerde sergilenen tropikal meyveler... Bir de masaj tabii ki… Ama dikkat! Sakın aldanıp da masaj yaptırmak için genç ve güzel kızları aramayın. Tam aksine, ne kadar eğri böğrü, ne kadar yaşlıysa, o kadar işinin uzmanı. Zira Tay masajında önemli olan tek şey deneyim. Bu da ancak yıllarla ediniliyor… Ben de öylesini aradım. Ne var ki bulduğum masajcı yaşlı olmasına yaşlı, tecrübeli olmasına tecrübeliydi de, standartların üzerinde kiloluydu. Üzerimde güç denemesi yapmaya kalkınca, iki gündür kendimde odamdan çıkacak gücü bulamadım!
Yarın sabah ilk işim doğru asansörü bulduğum gibi bu otelden kaçıp kurtulmak olacak…