Türkler-Kürtler arasında toplumsal ayrışma riskinin güçlenmesi;
Laiklik ekseninde toplumsal kutuplaşma sorunun derinleşmesi;
Türkiye’nin küresel görürlüğü artarken, sanat, popüler kültür, edebiyat, kültür alanlarında yaşanan, ifade özgürlüğünü kısıtlayıcı nitelikte demeçler ve kurumsal baskılar;
Kişileri, değerleri, sembolleri tabulaştıran muhafazakarlaşma eğilimlerinin, laik, dinsel, ve etnik kimlikler içinde güçlenmesi;
Aleviler, gayri-Müslim azınlıklar alanında yaşanan dinsel özgürlük kısıtlamaları; bu kimliklerin vatandaşlık hakları ve özgürlükleri ekseninde yaşadıkları sorunlar, kimliklerinin ve varlıklarının geleceklerinden duydukları endişeler;
Kadınlara uygulanan aile içi ve toplumsal şiddet ve bu şiddeti engelleyici değil, aksine rahatlatıcı adaletsiz yargı kararları;
Siyasete, ekonomik yaşama, ve kamusal alana katılımda yaşananadaletsizlikler ve,
Hepimizin vicdanını sızlatan siyasi cinayetler, faili meçhul cinayetler ve bitmeyen davalar, serbest kalan katiller.
Türkiye’nin bugünkü gündemini belirleyen bu ve daha bir sürü sorunu kendi özgünlükleri içinde tartışabiliriz. Tartışıyoruz da. Her tartışmamız bize bugün yaşadığımız şu genel gerçeği daha da doğruluyor: Türkiye, kimlikler düzeyinde, kurumlar arasında, çok-boyutlu bir ‘eşitlik-adalet-vicdan eksikliği’ sorunu yaşıyor ve yeni bir toplumsal sözleşmeye gerek duyuyor.
Ortak dil kaybı/eksikliği
Tüm bu sıraladığımız sorunlar ve daha bir sürüsü, ‘genel ama belirleyici bir sorun’dan kaynaklanıyorlar. Türkiye’de, bugün, ne farklılıklarımız içinde birlikte yaşayabilmemizi sağlayacak, ne sorunlarımıza uzun dönemli ve kalıcı çözüm bulma girişimlerimizi güçlü ve etkili kılacak, ne de giderek ‘belirsizlik ve risk’ tarafından şekillenen dünyamızda ve ülkemizde geleceğe güvenle bakmamıza katkı verecek bir ‘ortak dil’e sahip değiliz. Farklı görüşlerimizi dile getiren tartışmalarımızda, farklılıklarımız içinde birbirimizle girdiğimiz ilişkilerimizde ve yarına ve geleceğe bakışımızda kullanacağımız bir ‘ortak dil’imiz yok. Tartışamıyoruz, çünkü tartışmamızın eleştirel, diyalog içinde ve yapıcı geçmesini sağlayacak normları belirleyecek bir ‘ortak dilimiz’ yok. Birlikte yaşayamıyoruz, çünkü farklılıklar arası birlikteliğimizi sağlayan normları ortaya çıkartacak ‘ortak bir dilimiz’ yok. Sorunlarımızı çözemiyoruz, çünkü sorun çözme ve karar alma sürecinde belirleyici olan vizyon-temelli hareket tarzını belirleyecek ‘ortak dilimiz’ yok. Geleceğe karşı, farklı bir kimliğe sahip olanlara karşı, dünyaya karşı, değişime karşı güvensiziz, çünkü dinsel, etnik, laik, muhafazakar, kentli, modern, v.b cemaatleşmeler yerine, genel ve farklılıklar arası toplumsal güveni güçlendirecek bir ‘ortak dilimiz’ yok. Türkiye’de bugün giderek derinleşen ve çok ciddi bir boyuta ulaşan ‘ortak dil eksikliği sorunu’ yaşıyoruz.Ve bu sorunu çözemediğimiz sürece de, sorunlarımızı, kutuplaşmalarımızı, güvensizliklerimizi katlayarak yaşayacağız.
Yeni anayasa ve demokratikleşme
Yaşadığımız ortak dil kaybının objektif ve sosyolojik bir nedeni ve kaynağı olduğunu unutmayalım. Türkiye, bir taraftan 1980’lerden başlayarak, 1990’lardan bugüne, siyasi, ekonomik, kültürel ve dış politika boyutları içinde çok ciddi bir değişim ve dönüşüm sürecinden geçerken, ve bu süreç sadece ulusal değil, küreselleşme, Avrupalılaşma ve yerelleşme gibi çok önemli tarihsel bağlamları içerirken, diğer taraftan da, bu değişim ve dönüşümü kavrayacak ve yönetecek, böylece de kendisini geleceğe istikrarlı ve güçlü bir ülke olarak hazırlayacak bir toplumsal sözleşmeye sahip değil. Türkiye değişiyor; Türkiye küreselleşiyor; Türkiye AB dönüşüm sürecini yaşıyor; Türkiye yerelleşiyor; Türkiye kentleşiyor; Türkiye orta sınıflaşıyor; Türkiye modernleşmesi farklı kimlik ve vatandaşlık söylemlerine açılıyor. Ama bu çok-katmanlı ve çok-boyutlu değişim ve dönüşümü, gerek farklı kimlikler arası birlikte yaşamayı sağlayacak ‘kurucu normları’, gerekse de toplum yönetimini ve siyasi alan içi kurumlar arası ilişkileri yönetecek ‘düzenleyici normları’ içeren bir toplumsal sözleşmeye hâlâ sahip değiliz.
Bu, toplumsal değişim ile toplum yönetimi arasındaki kopukluğun çok önemli bir tezahürü de, ortak dil kaybı ve eksikliği oldu. Sonuç ise, kutuplaşmalar, ötekileştirmeler, kızma, öfke, dinlememe, birlikte yaşama normlarının zayıflaması, kurumlar-arası kavga, dolayısıyla, bir taraftan küreselleşen dünya içinde çok önemli bir kilit ülke olabilme potansiyeli taşıyan, diğer taraftan da kendi içinde çok ciddi bir toplumsal parçalanma, ayrışma ve istikrarsızlaşma riski yaşayan bir Türkiye tablosu.
Bu sorunu ancak yeni bir anayasa tartışması ve girişimini başlatarak çözebiliriz. Ortak dil ancak yeni bir anayasa tartışması ve girişimiyle oluşabilir. Farklılıklar arası birlikteliği sağlayacak ‘kurucu normları’ ve kurumlar-arası ilişkileri verimli hale getirecek ‘düzenleyici normları’ içeren bir ortak dil ancak yeni bir anayasa tartışması ve girişimiyle yaşama geçebilir. Artık Türkiye 1982 Anayasası’ndan kurtulmalı, bu anayasa içinde düzeltmeler yapmayla ortak bir dil yaratılamayacağını anlamalı ve yeni anayasa üzerinde bir toplumsal uzlaşma sürecine girmeli. Aynı zamanda, yeni anayasa hazırlama sürecinde, son yıllarda bu süreçten geçmiş ülke deneyimlerinden (Güney Afrika ve Orta ve Doğu Avrupa ülkeleri gibi) dersler alarak, AKP’nin son anayasa hazırlama girişimindeki yöntemsel hatalara düşmemeli. Yeni anayasa, özgürlüklerden vatandaşlığa, siyasi katılımdan kurumlar arası ilişkilere kadar uzana temel alanı şekillendirecek kurucu normlar ve düzenleyici normların belirlenmesinde toplumsal uzlaşma ve demokratik müzakere sürecine ilk önce açılmalı; bilim kurulu tarafından yazım süreci sona bırakılmalıdır. Yeni anayasa, sadece AKP hükümetine bırakılmayacak kadar elzem ve önemli bir girişimdir; siyasi parti çıkarlarına indirgenmemesi gereken, Türkiye’nin ve geleceğinin bir gereksinimidir. Kitle partileri olarak başta AKP ve CHP, ve de MHP ve BDP, ama aynı zamanda sivil toplum örgütlerinin de desteklenmesi gereken, katılımcı ve demokratik müzakereye dayan bir anaysa yapma sürecini başlatmalı ve yeni ve demokratik bir anayasa ile bitirmeliyiz. Ve bugün çok gereksinim duyduğumuz ortak dil yaratmanın ön-koşulu da, yeni ve demokratik anayasa yapam sürecinin başlatılmasıdır.
Prof. Dr. E. Fuat KEYMAN kimdir? Koç Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Dekan Yardımcısı olan Prof. Dr. Fuat Keyman, üniversitenin Uluslararası İlişkiler Bölümü öğretim üyesi olmasının yanı sıra, Küreselleşme ve Demokratikleşme Araştırma Merkezi’nin (GLODEM) direktörü ve Ekonomi ve Dış Politika Araştırma Merkezi (EDAM) kurucu yönetim kurulu üyesi. Demokratikleşme, küreselleşme, uluslararası ilişkiler, sivil toplum ve Türkiye’de devlet-toplum ilişkileri gibi konularda uzmanlaşmış olan Prof. Keyman’ın Türkiye’de ve yurtdışında yayımlanmış çok sayıda kitap ve makale çalışması bulunuyor. Keyman’ın Radikal 2’de her hafta makaleleri de yayınlanıyor.