David Ojalvo
E5 otoyolunun kenarına kurulmuş küçük bir alışveriş merkezinden, Lüleburgaz’a bakıyorum. Bir akşam vakti, ay gökyüzünde parlıyor; ama bacalardan tüten kömür şehre çökerken sis etkisi yaratıyor. Doğuya ve batıya doğru araçlar geçip giderken, şehir ışıklarını izliyorum. 2010’un bitmesine yaklaşık 1,5 ay kalmış ve hâlâ, bir şekilde 2000’li yıllarda yaşamaya nedense alışabilmiş değilim. Doksanların sonunda kalmış gibi hissediyorum kendimi 2000’lileri düşündüğümde. Bazen zamanın nasıl ileriye doğru akabildiğine, dünyanın nasıl döndüğüne şaşırıyorum. Küçük bir çocuk gibi, ‘zaman’ ve ‘dünya’ kavramlarını anlamaya çalışıyorum. Masumane sorular soruyorum: şehirler nasıl kurulmuş, arabaları kim icat etmiş, ışıkların kaynağı ne, diye.
Öğleden sonra saatlerinde batan güneşin gökyüzündeki renklerini hayranlıkla izlerken, sonunda akşam oluyor. Elinde tutman mümkün değil, akıp gidiyor renkler.
***
Şimdi, bir kış mevsimi için havaların oldukça cömert olduğu bir Ocak ayında, bir kez daha Lüleburgaz’dayım. Kırklareli’nin bu ilçesini seviyorum. Fırsat bulduğumda çok yakın bir dostumun keyif evinde misafir oluyorum Trakya’nın orta yerinde.
Lüleburgaz’da sevimli bir hayat var.
Cumartesi akşamı Neşet Aşkiye Çal Sahnesi’ne tiyatro geliyor örneğin. Cengiz Küçükayvaz ve ekibi, üç saat kadar sahnede kalıyor. Son derece basit bir yapısı olan, ağırlıklı olarak başrol oyuncusunun üzerinde toplanan “Bu para başka para” adlı oyunu sevemiyorum. Öte yandan Lüleburgaz’da tiyatro izleme şansının güzelliğine sarılıyorum. Tiyatroya ortak bir sevgiyi paylaştığımız dostumun anlattığı üzere, birkaç hafta öncesinde Genco Erkal, “‘Kerem gibi’ Nazım Hikmet’le otuz beş yıl” adlı yapıtı başarıyla sahneledi.
Oyunun ardından dostum beni bir arkadaşının seramik atölyesine götürüyor. İlçede seramik atölyelerinin sayısı artarken, seramik için bir tutkunun izlerine rastlamak harikulade…
Pazar sabahı erken saatlerde yollardayız. Lüleburgaz Amatör Fotoğrafçılar Derneği’nin (LAFOD) gezisine katılıyoruz. Vize’yi, Kömürköy’ü geçiyoruz. Yaklaşık 60 kilometrelik bir yolun ardından, Karadeniz sahilinde Kırklareli’nin Kıyıköy beldesindeyiz. Tepelerine üzerine kurulu Kıyıköy’de Karadeniz sahiline iniyoruz, derelerin yanından geçiyoruz. Baharın yeşille ayrı bir güzellik katacağı bu kasabada, kış manzaralarını fotoğraflıyoruz. Asaletle gökyüzüne uzanan ağaçlar, dere kenarına kurulu küçük bir iskele, kumsaldaki midye kabukları ve Karadeniz’e bağımsızlığıyla bakan koca kaya parçası…
Küçük gezimiz Aya Nikola Manastırı’nda devam ediyor. Altıncı yüzyılda yapılan manastır, kayalar oyularak inşa edilmiş. Ana hatları korunan Aya Nikola oldukça sessiz. Yapının fotoğrafını alırken, geçmişi hayal etmeye çalışıyorum. Bir zamanlar keşişlerin nasıl yaşamış olduğunu, Trakya’nın sert ve karlı kışlarında manastırdaki hücrelerde hayatın nasıl olabileceğini… Alçakgönüllülük, sadelik kelimeleri hatırıma geliyor. Bir de imkânların ve seçeneklerin günümüzde ne kadar da çok olduğu…
Kıyıköy’deki programımız, kasabanın limanına bakan bir lokantada son buluyor. Havanın bozacağı ana dek bir Ocak gününde dışarıda oturabildiğime şaşırıyorum. Birçok balıkçının müdavimi kedilerdir. Karadeniz’in küçük mezgitlerini, biraz da Kıyıköy’ün siyah kedisiyle paylaşıyorum. Yemek sonrası günün fotoğraflarına göz gezdiriyoruz… Fotoğraf konusunda bugün için bir iddiam yok; daha çok amatör sıfatını taşımaya kendimi hazırlıyorum.
***
Hayallerimden biri ülkemizin tamamını görebilmekte… Lüleburgaz’da tiyatro, seramik, fotoğraf, şiir dinletileri, sergiler, oda orkestrası var… 2010 sonbaharında fazlasıyla anladım; her şehirde, ilçede keşfedilmeyi bekleyen inciler mutlaka vardır. Onları keşfettikçe, anılar hazinemiz olsun.