Kabul, geçen yazım pek parlak değildi. Mario Levi’nin aklımda kaldığı kadarıyla şöyle bir sözü vardır: “Yazar olacaksanız, toplum önüne çırılçıplak çıkmayı göze almalısınız.” Ben alamadım. Tuttum otelin asansörünü anlattım. Bir aşağı, bir yukarı… Sanki Bangkok’ta yazacak başka konu kalmamış gibi!
Aslında yazdıklarımda yalan yanlış yoktu. Otel, lobi, asansör aynen tasvir ettiğim gibiydiler. Ama yazmadıklarım vardı. Boğazımda düğümlenen, paylaşmak istemediğim, kendime sakladığım başka şeyler... Duygular! İşte şimdi filmi yeniden başa sarıp, Bangkok’taki o Pazar gününe geri dönüyorum.
O sabah erkenden uyandım. Hava açık ve güneşliydi. Kahvaltıdan sonra kalabalık otel lobisinin bulabildiğim en kuytu köşesine gittim, pencere kenarındaki bir koltuğa yerleştim. Kulaklıklarımı taktım. Dışarıdaki mahşeri kalabalığı görebiliyor, gürültüyü hissedebiliyor ama duymuyordum. Mahler’in 1.senfonisiydi kulaklarımdan içeri dolan. Üstelik Uri Caine’in farklı caz yorumuyla… Canım sokağa çıkmak istemedi. Dışarısı sıcak ve kalabalıktı. Bangkok’ta üç mevsim vardır: Yağmur, yaz ve içinde bulunduğumuz kış mevsimleri. Yağmur mevsimi sıcak, kış daha sıcak, yaz ise çok sıcaktır! Gila Erbeş’in yolculuk öncesinde elime tıkıştırdığı kitabın sayfalarını çevirmeye koyuldum.
Farklı kişilerin gerçek yaşam öykülerini, biyografik romanları severim, ibret doludurlar. Hele de usta bir kalem tarafından yazılmışlarsa büyük keyifle okurum.
Günlerdir yalnız yolculuk yapmanın tesiriyle mi, müziğin etkisiyle mi bilemiyorum ama kaptırmış gidiyordum. Geçen zamanın farkında değildim. Müzikçalarım Mahler’i bitirmiş Goldberg varyasyonlarına geçmişti. Bir an Uri Caine’in çılgın tınılarının artık beni zorladığını hissettim. Müzikçaları susturdum ama kulaklıkları çıkarmadım. Sayfaları yutarcasına okurken beynimin içinde kesin bir sessizlik istiyordum.
Sonra, tam yaprağı çevirirken pıt diye kitabın üstüne bir damla düştü. Elimle şöyle bir yokladım, damla gerçekti çünkü sayfanın ortası ıslaktı. Ne oluyor demeye kalmadan bir damla daha düştü!
Şaşırdım. Utandım. Çarçabuk çevreme bakındım, acaba kimse görmüş müydü? Neyse ki millet kendi havasındaydı. Peçeteyle burnumu siler gibi yapıp, çaktırmadan ıslak kirpiklerimi kuruladım. Hemen sonra kaldığım yere döndüm. Ama artık durdurabilmek ne mümkün; Hacı Baba hayratından akar gibi boşalıyordu gözyaşlarım! Çaresiz, yerimden fırlayıp asansöre yöneldim. Neticede o koca Pazar gününü, bir başıma otel odasında Gila’nın verdiği dört yüz elli sayfalık kitabı sindirerek geçirdim; kâh iç çekerek, kâh hüngürdeyerek...
Hemen söyleyeyim, melankolik değilimdir. Kitap okurken ağladığım son tarih 1959 - 60 olmalı. Sekiz-dokuz yaşındaydım ve Siyah İnci adlı kitabı okuyordum. Ne tuhaftır ki o da bir biyografiydi. Ama bir at tarafından kaleme alınmıştı! Henüz küçük bir tayken annesini yitirmiş, bir başına güçlüklerle savaşmak zorunda kalmıştı. Roman o kadar içten ve duygusal bir üslupla yazılmıştı ki, özellikle o küçük tayın annesinden ayrılma bölümünü okurken gözyaşlarına gark olmuş, uzun süre kendimi Siyah İnci’yle özdeşleştirmiştim. Bir daha da kitap okurken ağladığımı hatırlamıyorum; üstelik neredeyse bütün klasikleri ilk gençlik yıllarımda duyumsayarak hatmettiğim halde…
Yıllar sonra yeniden, ama bu kez bir atın değil de bir insanın – hatta tüm bir ailenin – dramatik yaşam öyküsünü birinci ağızdan okurken yine kendime hâkim olamamış, aileyle ortak paydalarımızı keşfederken o kahrolası (!) gözyaşlarına teslim olmuştum.
Öykünün kahramanları; Leon, Edith, Loulou, Alexandra ve diğerleri, sanki kendi ailemin bireyleriydiler. O kadar tanıdık, o kadar bendendiler…
Yaşamöyküsünde bugün yaşananların nedenlerine ait bazı ipuçları da var. İşte size kitaptan minik bir bölüm:
“… Ve bir bakıma 1964 yılının başında, bu küçük mülteci derneğinde Leon Lagnado ile Sylvia Kirschner arasında yaşanan irade sınavı, Amerika’da geçireceğimiz yıllar boyunca, Tanrı inancı, ailenin önemi, kadının rolü gibi konularda bizim inançlarımız ve değerlerimizin sürekli olarak Amerikalı dostlarımızın değerleriyle çatışması sonucunda karşı karşıya kalacağımız anlaşmazlıkların da bir işaretiydi. Ayrıca bu, özgürlük ve eşitlik inancını yaymak isteyen fakat Amerika’yı Tanrı’sız ve ahlaksız bir toplum olarak gören kültürler tarafından her defasında geri çevrilecek olan Amerika Birleşik Devletleri’yle Müslüman dünyası arasında on yıllar sonra patlak verecek olan çok daha büyük, dehşet verici ve amansız bir kavganın küçük bir sinyaliydi.”
Akşama doğru İstanbul’dan karımcığım aradı. Bir gece önce gönderdiğim ve Şalom için kaleme aldığım yeni yazımı okumuştu. ‘Olmamış! Aile meclisimiz bu yazıyı onaylamadı!’ dedi. Hemen belirteyim, yazı ve karikatürlerimi gazeteye vermeden önce mutlaka sevgili refikama gösterir, görüşünü alırım. Gerçekçi bakışına saygım vardır, çok da faydasını görmüşümdür. Ama bu itiraf, her dediğini uygularım anlamına gelmez. Oysa bu kez durum ciddiydi, kendi fikriyle yetinmemiş, yazıyı küçük aile meclisimizde paylaşmıştı. Çaresizdim, yeni bir yazı gerekiyordu. Otelimin asansörlerini konu alan yazı öyle bir çırpıda çıktı, hiç kafa yormadan. Zira gün boyunca kitaptaki aileyle o kadar kaynaşmış, o kadar onlardan biri olmuştum ki, başka hiçbir şey düşünemiyor, bu duygumu da egoistçe kendime saklamak, kimselerle paylaşmak istemiyordum, karımla bile...
Bu ailenin kim olduğunu merak mı ettiniz? Hemen söyleyeyim, Lucette Lagnado’nun kendi trajik yaşam öyküsünü anlattığı ‘Beyaz Köpek Balığı Derili Takım Elbiseli Adam’ kitabından söz ediyorum. Okursanız, eminim öyküyü çok tanıdık bulacaksınız. Üstelik Mısır bu kadar gündemdeyken, okumanın tam zamanıdır…