Yıllardır halk arasında geçen söylemler vardır...
“Abi bu araba yurt dışında yarı fiyatmış...”
“Hüseyin Amca, senin telefon bilmem hangi ülkede daha ucuzmuş.”
“Burcu, kullandığın bilgisayar dışarıda kaç paraya satılıyor haberin var mı?”
Düşünmeye sevk eden bir alışkanlığımız olsaydı, sen de o fiyattan alırdın.
Araştırmaya yönelten bir eğitim olsaydı, ben de o fiyattan alırdım.
Ailelerimiz de araştırmaya açık yetişseydi, evde de öyle görürdük, biz de o fiyattan alırdık.
Ekonomiden hiç anlamayan biri bile bu işlerin arz-talep meselesi olduğunu bilir.
Eğer sen bir arabayı, gerçek fiyatının iki katına almayı kabul ediyorsan, kimse kusura bakmasın, o fiyatı koyarlar. Fiyatı koyan da haklı. Oltayı nereye salarsan salla, halk kovalıyor. Balık bile artık seçerek geliyor, biz seçmiyoruz.
Buna ekonomide esneklik deniyor. Kısacası, fiyattaki değişime verdiğin tepki. Yani, bizde olmayan şey.
Elmanın fiyatı 5’ten 10’a çıkınca yine alıyorsan, o fiyata razısın demektir. Elma da mı yemeyeceğiz diye düşünen bir kesim de var. Fiyat düşene kadar elma yemediğinden ölen hiç duymadım.
Ya birlik olacaksın, “tepki vereceksin” ya da vergi şöyle çok, böyle çok demeyeceksin. İçinden konuşunca duymuyoruz seni.
Tekel
İngilizcesinin akıllara Monopoly oyununu getirdiği piyasa biçimi.
Madem böyle başladık, aynı telden çalmaya devam edelim. Tekel marketin özelliklerinden bahsedip, yoruma açacağım.
Tekel, piyasada o ürünün tek satıcısıdır. Bu sayede, tam rekabetçi piyasaya zıt olarak fiyatı kendisi belirler. (Elmayı, armudu herkes sattığı için fiyat, kendiliğinden belirlenir) Tekeldeki bu güç yukarıda bahsettiğim “tepkisizlikle” birleşince yine yanlış algılamaya dönüşüyor.
Tekel bir şirket, hem fiyata hem de satacağı miktara karar veremez. Yani, “ben sana bu kalemi 100 liradan, 50 tane satacağım” deme gibi bir durumu yoktur. Ya 100 lirayı belirleyecek, miktara biz karar vereceğiz, ya da 50 tane satacağım diyecek, fiyatı söyleyeceğiz.
Tabii bir de zorunluluk vardır. Örneğin; Turkcell uzun bir dönem piyasada tekeldi. (Tıpkı Lig TV gibi) Ailenle, arkadaşınla, sevgilinle konuşmak istiyorsan, ne gerekiyorsa vereceksin. Yoksa alternatifin yok. İkinci bir firma piyasa girdiği zaman bile maliyet avantajıyla yutardı. Ne zaman ki Vodafone geldi, işler değişti. Onun fiyatı düşürecek gücü vardı. Tekel piyasasını bozdu.
Kaldı ki bu operatörlerin maliyetleri yok denecek düzeyde. En başta uydu istasyonları için çok büyük miktarlar ödüyorlar ama yıllar içinde o para çıkıyor. Sonra değmesinler keyfime... Çalışanlara, reklama verilen ücretler onlar için göz ardı edilebilir derecede. Bir de şu kadar indirim yaptık, bu kadar fiyat düşürdük demiyorlar mı... Zaten hepsi kâr, neden bahsediyorsunuz...
Futbolda ise...
Her olayı uçlarda yaşıyoruz sanırım. Ya tepkisizlik, ya da TEPKİ!
Ülke sorunlarında “Ben mi kurtaracağım memleketi...” diye düşünen kesim, tuttuğu takım için savaş çıkarabiliyor...
Henüz 2. hafta, Bursaspor’un ikinci golünden sonra Adnan Sezgin’in istifaya çağrılması...
Fenerbahçe-Beşiktaş maçından önce metrobüslerin camlarının kırılması, atılan taşlar, biber gazları, Japon bayrakları...
Ameliyat olmak için İspanya’ya giden Guiza’ya “Türkiye’de kalmadı” diye verilen sert tepki...
Fenerbahçe-Galatasaray karşılaşmasından önce E5’in kapanması, baba-oğulun Emniyet’e zor kaçışı...
Hagi’nin gelişinden 4 hafta sonra, yeni otobüsün tekmelenmesi, maçtan sonra 45 dakika statta kalıp yönetimi istifaya çağırma...
Beşiktaş-Bursa maçından önce yüzlerce insanın birbirine girmesi, yaralılar, biber gazları ve savaş...
Bu dengesizliğin sebebi insanlardaki “korku” ve” korkusuzluk” mu? Cezalar mı? Eğitim mi?
Belki de hepsi.
Umarım 2011’de bir sihirli değnek bu işe el atar da biz de teraziyi dengeleriz.