Bilin bakalım bu ev hangi semtimizde?
“Ön cephesi alelade bir bina, arka cephe ise Boğaz havasını soluyan deniz manzaralı güzel kocaman bir bahçe… Ben kendimi o evde bildim. Bebekliğim, çocukluğum o evde geçti, orada büyüdüm; en ufak detaylara kadar her köşesi hafızamda kazılı kaldı. O sokakların kaldırım taşlarını saydım.
Evimiz üç katlı müstakil bir binaydı. Fakat beni bu kadar sene sonra hâlâ etkileyen bodrum katı ile çekme katları ve inanılmaz bahçesidir. Girişte bizim Veli’nin (kapıcı) locası vardı. Bodrum katındaysa devasa bir çamaşırhane ile birkaç basamakla inilen, sanırım harp zamanından kalma, bütün bahçenin altını içeren bir sığınak. Çekme katındaysa, zemin tahtaları kısmen çürümüş olsa da bütün Boğaz’a açılan inanılmaz deniz manzaralı sınırsız bir teras. Bahçemizin orta yerinde koca bir çam ağacı, etrafında gülfidanları, nefis kokulu leylaklar ve birinci katın penceresinden azıcık sarkınca meyvelerini kopartıp afiyetle yediğimiz incir ağacı. Kuşların kafeslerinde cıvıldadığı, yeşilliklerle donanmış bir sera... Cennet var ise bu olmalı! Babam oraya ‘Karmela Apartmanı’ adını vermişti.”
Yukarıdaki satırlar annemin. Benim için doğduğu evi yazmasını istedim, ricamı ikiletmedi, tüm çocukluk anılarını kaleme aldı! Kompozisyonu müthiştir annemin! Bunu söyleyen yalnız ben değilim, kardeşim de aynı fikirde… Zaten iki kardeş, yazma yeteneği başta, bütün iyi yönlerimizi annemizden almışızdır. Bunu da biz değil, annemiz söyler…
Tevazuu (!) bir kenara bırakıp konumuza dönecek olursak, yukarıdaki sorunun yanıtını pek çoğunuz bulmuşsunuzdur sanırım. Yok bulamadınızsa, gelin annemin anılarını okumayı sürdürelim:
“Nur-u Ziya Sokağı ile Polonya Sokağı yokuşları arasında, çukurdaki düzlükte böyle bir evin var olması imkânsız gibi, görünüyordu. Evimize yapışık Fransız Sefarethanesi, hemen sağda İstiklâl Caddesi’ne çıkan yokuşta; halen var olan Mason Locası ve köşede İngiliz Kız Lisesi. Solda ise Galatasaray Lisesi’ne ulaşan yol. O yolun ters istikametinde ise yokuş aşağı İtalyan Lisesi. Şimdi oraları ‘Fransız Village Cafe’leriyle epey sosyetik veya turistik bir yer oldu galiba.”
Evet, bildiniz! Kumbaracı’yı anlatıyor annem. Hani geçtiğimiz günlerde sergi açılışındaki taşlı sopalı saldırıyla basına epey malzeme veren Tophane semtinin Kumbaracı Yokuşu’nu.
Yarın akşam (7 Ekim Perşembe) Schneidertempel Sanat Merkezi’nde yeni bir sergi açılacak. Fotoğraf sanatçısı Emrah Günay, Beyoğlu sokaklarında bakıp da görmediğimiz insanları fotoğraflamış bir bir. İlginç bir sergi; açılışı da güzel olacak şüphesiz…
Schneidertempel’i bir sanat merkezine dönüştürme fikrini ilk ortaya attığımızda pek çok kişinin dudak büktüğünü hatırlarım. “Galata’nın bu izbe sokağında sanat merkezi mi olurmuş” diyenler çoğunluktaydı. Oldu ama! 1998’den bu yana yetmişi aşkın sergi açtık. Konserler ve diğer etkinlikler de cabası… Yahudi toplumu pek rağbet etmese de, hemen her sergimiz sanatseverlerin ilgisini çekti, parlak etkinlikler gerçekleştirdik. Açılışlarımızı kaçırmayan, açılış sonrasında hep birlikte civar lokantalara giden minik bir müdavim kadromuz bile oluştu.
Ama şu son Tophane olayı kafaları biraz karıştırmış olmalı ki, bu kez davetiyemizi alanların bir kısmı mazeretleri nedeniyle açılışa katılamayacaklarını bildirdiler. Bazılarıysa daha açık sözlüydü, saldırıya uğrama kaygılarını açıkça dile getirdiler. Hatta boyu ortalamanın üzerindeki bir dostum, yarı şaka yarı ciddi, “Bu cüsseyle taşların ilk hedefi ben olurum!” diyerek affını istedi. Ben de, “Merak etme, gereken önlemleri aldık, ikramla birlikte baret dağıtacağız” dedim aynı ciddiyetle…
Kimliğimde kayıtlı olduğum ilçe Beyoğlu, mahallem ise Bereketzade’dir. Yani Schneidertempel’in mahallesi… Anadolu yakasında otursam da Galata’dan hiç kopmadım. Kopartılmak da istemiyorum çünkü semtimi seviyorum. Manhattan’ın 42.sokağı ile Londra’nın Soho’sunun geçirmiş oldukları evreleri İstiklâl Caddesi’nin geçirmesi kaçınılmazdı. İngilizcede buna ‘urban gentrification’ deniyor. Starbucks, Kahve Dünyası gibi kahve dükkânlarının köşe başlarında faaliyete geçmesiyle başlıyor, sanat galerileri, şık butiklerin açılmasıyla sürüyor... Taşla-sopayla, kırık şişe saplarıyla da olsa kimsenin gücü bu ‘kentsel süzülme’nin önünü almaya yetmiyor.
Merhum Vitali Hakko’nun Beyoğlu’nu güzelleştirme çabalarını hepimiz biliyoruz. ‘Adamın dükkânı, ekmek teknesi oradaydı’ dediğinizi duyar gibiyim. Evet ama, Hahambaşımızın dediği gibi, “Bizim dükkân da burada!” Hahambaşılık binamız, müzemiz, sinagoglarımız, sanat merkezimiz, yaşlıları barındırma evimiz, daha pek çok kültürel varlığımız burada… Kaygıyla, korkuyla yaşanmaz, bu değerlere sahip çıkmak, korumak gerek. Bu da ancak onları canlı tutarak gerçekleşir. 6-7 Eylül edebiyatı yaparak, bizimle hiç ilgisi olmayan Mavi Marmara olayı bahane edilerek, mesnetsiz korkular yayarak bir yere varılamaz, olsa olsa güvenli bellediğimiz ‘gettolarımıza’ kapanır kendi kendimizi kurarız. Sahi, her yıl Galata’da coşkuyla kutladığımız Avrupa Yahudi Kültürü Günü bu yıl neden gerçekleşmedi acaba?
Kapanışı tekrar anneme bırakıyorum (Bu kıyağımı görmezden gelmezsin artık, değil mi anneciğim?):
“Üç sene önce, çocukluğumun evini özledim ve yol arkadaşımı peşimden sürükleyip keşfe çıktım. Bina yerinde duruyor. Tarihi eser konumuna girmiş, koruma altında! Özel izinle giriş katını gezdim. Arka tarafta hafızamdan silinmeyen o Boğaz manzarasını aradım. Çalınmış! Bahçe de yok olmuş. Her yerde cafeler... Oturan insanlar sohbette, habersiz…”