İsrail Başbakan Yardımcısı ve Dışişleri Bakanı Avigdor Lieberman, 28 Eylül 2010?tarihinde Birleşmiş Milletler toplantısında yaptığı konuşma ile hem İsrail hem de beynelmilel kamuoyunu allak bullak etti. O kadar ki, İsrail haber sitesi YnetNews’da tecrübeli gazeteci Ron Ben Yishai, ertesi gün ‘Lieberman’ı Kovma Zamanı’ başlıklı bir makale kaleme alıp Lieberman’ı küstahlıkla itham ederek onu hükümetinin görüşlerini açıklayacağına, Birleşmiş Milletler kürsüsünü kendi siyasi ajandasının reklamını yapmak için kullanmakla suçladı.
Lieberman’ın teamüllere uygun davranıp davranmadığı konusu ortağı bulunduğu koalisyonun sorunudur. Başbakan Netanyahu, Lieberman’ın hükümetin siyasetini ve kendi inandırıcılığını torpillediğini düşünüyor ve bu durumu çekilmez buluyorsa yapacağı şey basittir: Kadima lideri Tzipi Livni’yle anlaşıp Lieberman’ı koalisyon dışı bırakmak. Anlaşılan o ki, Netanyahu Lieberman’ın konuşmasından henüz böyle bir manevraya girişecek kadar rahatsız değil. Yaptığı hesap her halde şöyle bir şey olmalı:
1- Mevcut koalisyon sayesinde partisini erozyona uğrattığı Tzipi Livni’yi ‘siyasi mevta’ konumundan kurtarıp başına patron almak istemiyor.
2- Mezkûr manevrayla ‘ortayol’cu Livni’nin yanına itilerek sağ görüşün sözcülüğünü Lieberman’a kaptırmaktan çekiniyor.
Lieberman’ın bu konuşmasının neticede Netanyahu’ya ABD ve AB baskılarına karşı bir manevra alanı sağladığı siyasi kulislerde konuşulmakta. Bu tevatürdeki gerçek payının ne olduğu henüz açıklığa kavuşmadı.
LİEBERMAN NE DEDİ?
Milliyetçi ancak laik fikirli olan Lieberman’ın dünya görüşü Rus ekolünü yansıtıyor:
Gerçekçi, pragmatik, gücün siyasete tahviline ve güvenliğe odaklı... Bunu, “Biz adil bir çözüme ve milletlerarası camia ile işbirliğine hazırız. Ancak milli güvenliğimizi ve İsrail Devleti’nin hayati menfaatlerini tehlikeye atmaya hazır değiliz,” ve “İsrail’deki tartışmanın merkezinde, barışın nasıl başarılacağı ve bölgesel güvenlikle istikrarın nasıl sağlanabileceği vardır,” ifadelerinde okuyabiliyoruz. ?Lieberman’a göre İsrail-Filistin anlaşmazlığında duygusal ve uygulamaya yönelik olmak üzere iki tür sorun mevcut. Dolayısıyla da çözümün de iki kademeli olması gerektiğini savunuyor. Duygusal nitelikteki sorunların taraflar arasındaki güven yokluğundan kaynaklandığının altını çizdikten sonra Jerusalem (Kudüs) ve özellikle İsrail’in Yahudi halkının ulus devleti olarak tanınması ve mülteciler konularına değindi.
Konuşmasının bu bölümüne kadar pek yeni bir şey söylememiş olan Lieberman, ABD başkanı Obama’nın ‘1 yıl zarfında İsrail-Filistin barışı’ vizyonu hilafına, karşılıklı güvenin tesis edilebilmesi için yapılabilecek anlaşmanın ancak uzun vadeli olabileceğini ve bunun on yıllar alabileceğini söylemesi muhataplarını kızdırdı. Raf ömrü seçim döneminden bir sonraki seçim dönemine olup hükümet dönemlerinde elle tutulur neticeler almaya odaklı siyasilerin memnuniyetsizliklerini anlayışla karşılamak lazım. Ancak, barışın şartlarından birinin önce karşılıklı güvenin tesisi ve aşırı söylemlerle kışkırtmaların etkisinden kurtarılmış nesillerin yetiştirilmesiyle mümkün olabileceği savı yabana atılacak cinsten değil.
Lieberman’ın doğruluğu tartışılamayacak diğer bir tespiti ise ‘Kalıcı bir anlaşmanın önündeki öncelikli engelin iki ulus arasındaki sürtüşme olduğunu idrak etmek’ gerektiği ve ‘iki ulusun, iki dinin ve iki lisanın aynı toprak üzerinde hak iddia etmesinin sürtüşme ve çatışmaya sebebiyet verdiği’dir. Verdiği örnekler arasında yakın zamana kadar ve halen sürmekte olan Balkanlar’daki, Kafkaslar’daki, Afrika’daki, Uzakdoğu’daki veya Ortadoğu’daki sayısız etnik çatışmalar var.?Lieberman’ın muhataplarını sıçratan ikinci ifadesi ise bu çatışmaların çözümünün ‘Etnik ayrışma’ ile mümkün olabileceği tezi. Bu konuda verdiği örnekler ise eski Yugoslavya’nın ayrışması, Çekoslovakya’nın bölünmesi ve Doğu Timor’un Endonezya’dan bağımsızlaşması... Lieberman’a göre ‘Sınırların, dahillerinde oturan milletlerle uyumlu olmaması bir çatışma reçetesidir.’ ‘Ana fikir, barışın?sağlanabilmesi için devletlerin sınırlarının (yönettikleri) milletlerle denge içinde olması’ ve ‘Devletin uygun boyutuna indirgenmesi’dir. ‘Etkin bir ayrışmanın sağlandığı yerlerde çatışmalar ya önlenmiş ya dramatik bir şekilde azaltılmış ya da çözümlenmiştir.’
Lieberman’ın bunun nasıl yapılacağı konusundaki reçetesi ise İsrail solu dahil uluslararası muhatapları tarafından tenkit edildi. Ona göre nihai bir anlaşma için?geçerli prensip ‘Toprak karşılığı barış’tan çok ‘Meskûn toprakların?değiş tokuşu’; diğer bir deyişle ‘Ahalilerin değil, demografik gerçeklerle uyumlu olacak sınırların yer değiştirmesi’nin gerekliliğidir. ?Bu söylemi arazi gerçeklerine tercüme ettiğimiz takdirde Lieberman, örneğin, İsrail’e ait olup Filistin Özerk Yönetimi’ne sınırdaş ve İsrail vatandaşı Filistinlilerle meskûn olan Umm-al-fahm kentini içeren bölgenin, sınır geri çekilerek mutasavver Filistin devletine devrini; buna mukabil, tarihi Yahudiye ve Samiriye’de bulunup ayrıca İsrail’in güvenliği açısından stratejik önem arz eden yerleşimcilerle meskûn bölgelerin İsrail’e devrini talep etmekte. ?Bu teklife kızanlar, Lieberman’ın İsrail’i etnik açıdan arındırılmış ‘Araber-rein’ bir ülke haline getirmek istediğini söylüyorlar. Oysa gerçek oldukça farklı. Zira:
1- 8.000.000’luk İsrail’in nüfusunun %20 kadarı Arap. Dolayısıyla yapılabilecek meskûn arazi değiş tokuşunu ilgilendiren nüfus oranı oldukça marjinal kalıyor.
2- Batı Şeria’da kurulacak Filistin devletinin aynı şu anda Gazze’nin de olduğu gibi ‘Juden-rein’ yani ‘Yahudi’den temizlenmiş’ olması ön görülmekte. Dahası, vaktiyle 1.000.000’un üzerinde nüfusun bulunduğu Arap dünyasındaki Yahudi varlığı Fas’taki 5000 küsur ve Tunus’taki 1000 küsur Yahudi’ye indirgenmiş durumda. Suriye, Irak ve Lübnan’daki Yahudiler ise sadece onlarla ifade ediliyor! Oysa Filistin mülteci sorunuyla eş zamanlı meydana gelen Arap ülkelerinden Yahudi tehciri olmasaydı, bunların da 650.000 civarındaki Filistin mültecisi Arap amcaoğulları gibi 5.000.000’luk bir nüfusa ulaşmayacaklarını kim iddia edebilir?
3- İsrail’de bir Yahudi devletinin kuruluşuna zemin teşkil eden 19-26 Nisan 1920 San Remo Konferansı’nda İngilizlere tevdi edilmesi düşünülen Filistin Mandası topraklarında hali hazırda iki devlet (Arapların Ürdün’ü ve Yahudilerin İsrail’i) var ve bir üçüncüsü (Arapların Filistin’i) kurulmakta.
Bu durumda, Lieberman’a kızmak yerine onun önerilerine kulak vermekte ve bünyesindeki yapıcı unsurları mütalaa etmekte barış açısından epey fayda var.