Teşvikiye Camisi’nin avlusu eski dostlarla hem buluşma, hem de bir vedalaşma yeridir. Kimileri aramızdan usulca sıvışırken, eski dostlar gideni yâd eder, birbirleriyle hasret giderirler. Son yolculuk sıralı oldukça mesele yok gibi… Profesör Doktor Tarık Minkari’nin cenazesinde de böyle oldu. Ünlü cerrahı son yolculuğuna uğurlarken uzun zamandır göremediğim dostlarla karşılaştım. Cenaze namazının kılınmasını beklerken eski anıları tazeledik. Tam da üstadın sevdiği gibi…
Tarık Minkari, kendiyle barışık bir insandı. Cerrahlık kariyerini noktaladıktan sonra, seyyahlığın cazibesine kapılmış, kısa sürede dünyanın dört bir yanını gezmişti. Anılarını kendisine has eğlenceli üslubuyla kaleme alarak çok sayıda kitap yayınladı. ‘Kendine gülen doktor’du dostları için. Çizerlere sempati duyardı. Sık sık küçük buluşmalar düzenler, seyahat anılarını karikatürcü dostlarıyla paylaşırdı. Ellinci yaş günümde kendi ifadesiyle bana bir ‘kıyak’ geçmişti: “Ben 76 yaşındayım. Sen ise henüz 50 yaşındasın. Bu demektir ki, ben senden yüzde 50 kazançlıyım. Ben sabırlıyım, 100 yaşına kadar bekleyeceğim. Sen o zaman 75 olacaksın. Yani benim kârım yüzde 25’e inecek. Kusura bakma ama bundan daha fazla cömertlik yapamam.” Hesap şaştı Hocam! Siz 85’te pes ettiniz. Dediğiniz gibi ben 75’i görebilirsem kârınız yüzde 10’da kalacak, üzgünüm. Ama cennette de eğlence başlamıştır artık…
Ekimle birlikte İstanbul’un sanat yaşamı da hareketlendi. 2010 Kültür Başkenti etkinlikleri, sergiler, konserler, Film Ekimi filan derken eski dostlar yalnız mezarlıklarda değil, etkinliklerde de sıkça buluşuyorlar. Bunlardan biri de Nasrettin Hoca buluşmasıydı. Karikatürcüler Derneği’nin her yıl düzenlediği yarışmanın 30.yıldönümü münasebetiyle, değişik ülkelerden gelen 30 karikatürcü geçtiğimiz hafta boyunca İstanbul’da tozu dumana kattı. Yaş ortalamasının elli üzeri olması, bu eski tüfeklerin buluşmasına nostaljik bir hava kattı. Sabık ‘doğu blok’undan gelenler, sanatçının tüm masraflarının devlet tarafından karşılandığı “Nerede o güzel günler!” havası içindeydi. İsrailli karikatürcü Michel Kichka’nın davetliler arasında bulunmasıysa hoş bir sürprizdi.
Hafta boyunca yenildi, içildi, gezildi, kahkahalar atıldı, çizgiler – espriler ortalığa saçıldı. Başlangıçta çevreye uyumda güçlük çeken, yaşı diğerlerine oranla daha genç İranlı meslektaşımız Rahim bile son gece keyiflenmesini bildi. Oysa etkinliklerde Kichka’dan olabildiğince uzak durmaya özen göstermiş, bu garip tutumu göze batmıştı. Kendisiyle birkaç kez ayaküstü sohbet ettim, devletler düşman olsa da insanların dost kalabilecekleri konusunda konsensüs oluşturduk. Ne ki, adımı öğrendiğinde yüzünün şekli şemali değişti, ”Rozental… Rozental…” diye kendi kendine söylenerek uzaklaştı. Veda yemeği esnasında bu genç İranlı çizerin önyargılarından -geçici de olsa- sıyrıldığını fark ettim, sevindim.
Okur tepkisi yazarın/çizerin gıdasıdır. Bir Şalom yazar/çizeri olarak okurlarımın tepkisinden beslenirim. Tepki gelmeyince kendimi başarısız addederim. Geçen hafta çizdiğim karikatür, ‘tepkimetre’min ibresinin zirve yapmasına neden olmasa da, çok sayıda eski dostun hatırımı sormasına vesile olduğu için başarılı sınıfına girdi. Arayanlardan bir ikisi duygularına tercüman olduğumu belirtti, teşekkür ettim. Ama çoğunluk aynı görüşte değildi. Hatta yine eski bir dost – samimiyetimizden olsa gerek- tepkisini hakaret sınırına kadar dayandırdı. Oysa bildiğim kadarıyla bu değerli insanların değil kendileri ve çocukları, yakınları bile bugüne dek savaş yüzü görmemişti. İşin ilginç yanı, sorulduğunda bu dostların hepsi barışsever, savaş karşıtıydılar. O halde neden gocunmuşlar, üzerlerine alınmışlardı acaba? Pardon ama karikatür böyle bir şey işte, kimseye yaranamıyor! Bizi izlemeye devam ediniz…
Bundan yirmi yıl kadar önce, amatör gazeteciliğe ilk adımlarımı attığımda, her konuda bilgiçlik taslama ukalalığımla, yayın yönetmemiz Silvyo Ovadya’ya haftalık bir yayın organı olan Şalom’u dergi formatında çıkarmayı önermiştim. Ovadya, bunun söz konusu edilemeyeceğini, Şalom’un köklü bir gazete olduğunu ve her daim ‘gazete gibi’ kalacağını vurgulamıştı. Ne yalan söyleyeyim, o an karşımdaki Silvyo Ovadya’yı vizyonu kıt, değişimden korkan bir kişi olarak görmüştüm. Geçen yıllar beni haksız çıkardı. Üslubu farklı da olsa, hayalini kurmakta bile zorlanacağımız pek çok uzun vadeli projeye imza atmaktan çekinmediğine tanık olduğum Ovadya’yı izledikçe, ne denli gözü pek ve öngörü sahibi bir kişi olduğunu anladım.
Yirmi yıl öncesini anmamın nedeni, muhtemelen bir başka eski dostu kaybetmek üzere olmamın üzüntüsü. Önce kimi yazarlarla yollarını ayırdılar – ki içlerinde güzel dostlarım da vardı - sonra, tam da benim yıllar önce Silvyo Ovadya’ya önerdiğim şekilde, yani tabloid boyda çıktılar. Radikal Gazetesi’nden söz ediyorum. On beş yıldan bu yana neredeyse bağımlısı olduğum, her gün keyifle, yurtdışındayken internetten okumadan edemediğim gazete… Eyüp Can’ın bomba gibi açılış yazısına rağmen ısınamadım yeni şekline, bir başka gazetenin eki gibi durdu elimde. Silvyo yine haklı çıktı; gazete dediğin ‘gazete gibi’ olmalı, vapurda trende yolculuk ederken konu komşu da yararlanmalı. Güle güle Radikal, yolun açık olsun, güzeldi…