Tesadüfler sonucu da olsa son derece simgesel bir tarihte Türkiye’nin bir cumhuriyet projesi sona erdi. Simgesel tarih yalnızca 12 Eylül’den ibaret değildi. Anayasa değişiklikleriyle ilgili referandum yıl açısından da 1960 darbesinden 50, 12 Eylül darbesinden 30 yıl sonra gerçekleşti. Referandumdan çıkan sonuçla da ilk darbenin kurguladığı yönetim, siyaset ve rejim anlayışı sona erdi. Kısacası Türkiye yargı erki tarafından desteklenen askerin güdümünde bir demokrasi ya da yarı demokrasi olma defterini kapattı. Tekrar açacağını da doğrusu sanmıyorum.
Meseleye bu şekilde bakıldığında 27 Mayıs ile 12 Eylül darbeleri arasında iyi-kötü ayrımı yapmanın da pek anlamlı olmadığı ortaya çıkar. 27 Mayıs’ta siyasi hayatı sivil ve askeri bürokratik denetim altına alma çabası başlamıştı. 12 Mart cilasının ardından en kanlı ve hunhar darbe olan 12 Eylül ile de bu model konsolide edilmişti. Burada dikkat edilmesi gereken nokta 12 Eylül’de şekillenen rejimin özelliklerinin iki temel varsayıma göre belirlenmesiydi.
Bu varsayımlardan birincisi Soğuk Savaş’ın hiç bitmeyeceği, dolayısıyla da Türkiye’deki demokrasi karikatürünün ya da yarı otoriter sistemin Batılı demokratik müttefikler tarafından asla sorgulanmayacağıydı. İkinci varsayım ise Cumhurbaşkanlığının her zaman ya bir askere ya da apoletli bir sivile gideceğiydi.
Yakın tarihin dünya ölçeğinde en önemli yıllarından birisi olan 1989’daki uluslararası ve yerel gelişmeler her iki varsayımı da kadük kıldı. Orta ve Doğu Avrupa’daki komünist rejimlerin peyderpey tarihe karışması ve Berlin Duvarının çökmesiyle Soğuk Savaş sona erdi. Aynı yıl Turgut Özal, tabiri caizse, kanırta kanırta Türkiye’nin Cumhurbaşkanı seçildi.
Özal 12 Eylül Cuntasının ekonomiden sorumlu bakanı ve başlangıçta pek de demokrat sayılamayacak bir siyasi şahsiyetti. Ancak 1980lerin ikinci yarısından itibaren Sovyetler Birliği’ndeki Gorbaçov devriminin anlamını kestirmiş, Türkiye’yi farklı bir rotaya sokmak üzere adımlar atmıştı. 1987 yılında Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne kişisel başvuru hakkının Türk vatandaşlarına tanınması tam anlamıyla devrim niteliğinde bir gelişmeydi. Aynı yıl Özal Avrupa Topluluğu’na da tam üyelik için müracaatta bulunmuştu.
1989’daki büyük dönüşüm gerçekleştikten sonra Özal yerleşik düzen içinde en demokratik söylemleri benimseyen, hak ve özgürlükler alanının daha fazla açılmasına çaba gösteren, Kürt tabusunu da gündeme getiren siyasetçiydi. Ekonomik olarak zaten Türkiye’nin küresel sisteme eklemlenmesinden yanaydı. Bu açıdan 1989’un Türkiye’nin önüne koyduğu hatta ülkeye dayattığı değişim gerekliliğini yönetmeye çalışıyordu.
Peki neydi bu gereklilik diyecek olursanız şu noktayı vurgulamak mümkün: 1989 ile birlikte Türkiye’nin yarı otoriter, demokrasicilik oynayan bir ülke olarak Batı kampında kalması zordu. Diğer yandan giderek açılan ekonomisinin daha da fazla açılması, korumacı ve kapalı anlayışın terk edilmesi, küresel ekonomiyle eklemlenmenin sürmesi lazımdı. Bunun gerçekleşmesi içinse hukukun üstünlüğünün sağlanması, içe kapalı zihniyet ve baskıcı ideolojiden uzaklaşılması şarttı. Kısacası uluslararası sistem Batı kampında kalacak bir Türkiye’ye demokratikleşmeyi dayatıyordu.
Burada 1989 sonrası etkisini gösteren iki iç faktöre de değinmek gerekir. Birincisi 12 Eylül darbesi gelmeden önce 1980 yılında Türkiye kapalı ekonomiden açık ekonomiye geçme yolunda radikal bir adımı 24 Ocak kararlarıyla atmıştı. Türkiye o tarihten itibaren, askeri rejim döneminde ve Özal hükümetleri sırasında giderek ekonomisini açtı. İhracata dayalı bir modeli geliştirmeye başladı. Teşvik politikaları aracılığıyla sermaye birikimi daha geniş bir tabana yayıldı. “Anadolu Kaplanları” efsanesi şekillenmeye başladı. Bu aynı zamanda yerleşik ekonomik/siyasal seçkinlere göre daha muhafazakâr, mütedeyyin, belki Batı karşıtı bir yeni ekonomik/sosyal seçkinler grubunun da şekillenmesi ve giderek güçlenmesi anlamına geliyordu.
İkinci iç faktör ise 12 Eylül rejiminin dayanılmaz ikiyüzlülüğü ile bağlantılıydı. Cunta yönetimi Atatürk adını ağzından düşürmezken ülkede İslami bir söylemin giderek yaygınlaşmasını sağlayacak adımlar attı. Kendi meşruiyet temelini sağlamlaştırmak, bir yandan komünizme diğer yandan İran devriminin etkilerine karşı toplumu aşılamaya çalıştı. Kesif bir Sünnileşme kampanyasıyla Atatürk Türkiye’sine Türk-İslam sentezini de hediye etti. Bu dönemde bazı cemaatler devletin bu çabalarına destek verdikleri, muhafazakârlığı derinleştirdikleri için ciddi destek gördüler.
1989’da dış dünyadan gelen demokratikleşin baskısı içerideki bu yeni toplumsal şekillenmeyle birleşti. Soğuk Savaş cenderesinden kurtulmuş, kimlik siyasetinin giderek güçlendiği bir dünyaya hızla eklemlenen Türkiye’de de aynı dinamikler harekete geçti. Türkiye’nin siyasi sistemi dışarıdan gelen baskıya paralel olarak içeriden de siyasi sistemin esnemesi, özgürlük alanlarının açılması baskılarıyla karşılaştı.
Sistem bu taleplere uyum sağlamak istemedi. Özal’ın ölümünün de ardından bir yandan PKK diğer yandan “irtica” tehditleri ön plana çıkarılarak otoriter yapı muhafaza edilmeye çalışıldı. Gazeteci Belma Akçura’nın tanımlamasıyla “Derin devlet, devlet oldu”.
2001 yılında sistemin dibe vurması, ekonomik yeniden yapılanmanın siyasi bir yeniden yapılanmayı da gündeme getirmesine yol açtı. AB üyelik süreci bunun çerçevesini çizdi. 2002’de AKP’nin iktidara gelmesiyle 20 küsur yıllık dinamiklerin harekete geçirdiği, dünya finans sisteminin arkaladığı, AB sürecinin de kolaylaştırdığı bir dönüşüm süreci yaşandı. Sistemdeki asker etkisi büyük mücadeleler, darbe tehditleri, yasa dışı örgütlenmelerle uğraşarak azaltıldı. Ve nihayet 2010 YAŞ kararları ve referandumda kabul edilen anayasa değişiklikleriyle 1960-1980 projesi çökertildi.
Yıkım işlemi bitti. Ancak bunun yerine nasıl bir yapı inşa edileceği sorusu halen tüm canlılığıyla orta yerde duruyor.
Soli ÖZEL kimdir?
1958 yılında İzmir’de doğan Soli Özel, 1975 yılında Robert Kolej’den mezun oldu, 1980 yılında Bennington College’da, Ekonomi lisansını, 1983 yılında ise Johns Hopkins Üniversitesi’nde, Uluslararası İlişkiler masterını tamamladı. Bilgi Üniversitesi’nde öğretim üyeliği yapan Özel, 1 Mart 2009’dan bu yana Gazete Habertürk’ün Dış Haberler müdürlüğü görevini yürütmektedir.