Paradoksal bir kavram ‘İnsanlık Dışı’

Rafael ALGRANATİ Köşe Yazısı
27 Ekim 2010 Çarşamba

Geçen akşam ‘Paris’te Son Konser’ filmini DVD’den seyrettim. Büyük bir başarı kazanan ve Fransa’da gişe rekorları kıran bu filminde yönetmen Radu Mihaileanu, melodramatik bir anlatımla dünyadaki ‘Yahudilik’ kimliğini arka planda sessizce sorgularken, mizahın dozunu başarı ile kullanmış. Filmin konusunu, insanın ruhunu okşayan Tchaikovsky’nin keman konçertosu ile doğrudan ilişkilendirerek, ortaya keyifle seyredilen, duygusal ve etkileyici bir yapıt çıkarmayı başarmış.

Filmin önemli rollerinden birini, anne ve babasını toplama kamplarında kaybeden ünlü bir keman virtüözünü başarı ile canlandıran Mélanie Laurent’e vermiş. Ve keman... Filmden sonra nedense Yahudilerin tarih boyunca çektikleri ızdırapları ve maruz kaldıkları ‘insanlık dışı’ eylemleri düşünmeden edemedim.

‘İnsanlık dışı’ kavramı aslında paradoksal bir kavram. ‘İnsanlık dışı’ olarak nitelendirilen davranışların hepsi insanı kapsıyor. Ya da insanı kapsamayan hiçbir davranış ‘insanlık dışı’ olarak nitelendirilmiyor. O kadar ki ‘insan’ olmadan ‘insanlık dışı’ kavramının tarifi bile mümkün değil.

Aslında bu kavram, somut olaylar içinde soyut bir değerin sınır ihlalini anlatır... Platon bu konuda güzel bir örnek verir. İyi bir insan ile bir caninin arasındaki fark, aynı eylemi birinin yalnızca düşlemekle yetinmesi, diğerinin ise fiiliyata dökmesidir.

İşkence ‘insanlık dışı’ kavramına giren bir eylemdir. Buna rağmen Romalılar insana işkence etmek için ‘Tripalium’u geliştirmiş ve acımasızca kullanmışlardır. İkinci Dünya Savaşı, insanlık dışı uygulamaların en yoğun yaşandığı dönem olmuştur. İnsana hizmet etmesi gereken bilim, Nazilerce insanlık dışı amaçlara yönlendirilmiş, örneğin krematoryumların verimliliklerini arttırmak için insan zekâsı ölümcül etkileri yüksek gazların geliştirilmesine zorlanmıştır.

1955 yılında Fransız yönetmen Alain Resnais tarafından çekilen, internette (http://video.google.com/videoplay?docid=-6854113117967578704#) adresinde seyredebileceğiniz Nuit et Brouillard (Gece ve Sis) isimli 30 dakikalık belgesel, şok edici ‘insanlık dışı’ görüntülerle doludur. Görüntülerde, kampların nasıl detaylı şekilde tasarlanarak kurulduğuna ve toplu imha mekânlarına dönüştürüldüğüne tüm çıplaklığı ile şahit oluruz. Uzaktan bakıldığında hastanesi, yatakhanesi, toplu yıkanma yerleri hatta genelevi bile olan bu kamplarda her şeyin ölüm üzerine kurulmuş olduğunu görürüz. Açlıktan pansumanını yiyen hastalar, sıraya dizilmiş çırılçıplak iskelet görünümlü insanlar, üzerlerinde her türlü deney yapılan mahkûmlar, toplu kıyımın ve ‘insanlık dışı’ eylemlerin canlı kanıtları olan üst üste yığılmış eşyalar ve ceset toplulukları...

Filmin sonundaki cümleler ise geçmişte kalmış bize çok uzak görünen bu olayların, aslında ne kadar yakınımızda olduğunu da gösteriyor.

“Savaş uykuya yattı, ancak bir gözü daima açık. Nazi kandırmacası bugün çocuk oyuncağı. İnanmak istemeyenler veya olaylara anlık olarak inananlar var. Bu olayların mazide kaldığını ümit ederek, bu kampların musibetinden ebediyen kurtulduğumuza inanalım. Bunların sadece bir kez, belirli bir yerde ve zamanda olduğuna inanır gibi yapalım. Gözlerimizi, bizi çevreleyen her şeye ve insanlığın bu sonsuz çığlıklarına kulaklarımızı tıkar gibi yapalım.”     

Elimde olsa belgeselin bu son sözlerine bir ilave yapmak isterdim. “… gibi yapalım!.. Yapalım yapmasına ama asla, asla unutmayalım ve unutturmayalım!”

***

Birer dünya insanı olarak nedir paylaşamadığımız?

Nedir sevgi ve dostluk dışında birbirimizden isteyebileceğimiz?

Bütün bu ‘insanlık dışı’ eylemler, davranışlar neden?

Alfred Adler, insanı bir bütün olarak ele almanın sorunların çözümüne katkıda bulunacağını söyler. İnsanı bir bütün olarak ele aldığımız zaman, bu bütünün parçaları, bireyin ta kendisidir. Birey denildiğinde etrafınıza bakmanıza gerek yok. Sizsiniz... Benim... O... Hepimiz aynı bütünün parçalarıyız ve birbirimizi tamamlıyoruz. İsteklerimiz, heveslerimiz, ilkelerimiz, inançlarımız, korkularımız, hedeflerimiz, benzer, ortak ya da aynı. Bu benzerlik bizi birbirimize yaklaştırıyor. Evleniyor, arkadaş oluyor, dost oluyoruz...

O zaman birbirimizi anlamaktaki bu güçlük neden?

Herman Amato, Can Yücel’in Türkçe’ye çevirdiği ‘En uzak mesafe’ adlı şiirinde şöyle seslenir.

“En uzak mesafe ne Afrika’dır, / Ne Çin, / Ne Hindistan, / Ne Seyyareler, / Ne de yıldızlar geceleri ışıldayan... / En uzak mesafe iki kafa arasındaki mesafedir, birbirini anlamayan…”

Derviş’e sormuşlar dünyanın en güç şeyi nedir?

Derviş “Sözdür” diye cevap vermiş. “Hem anlaması zor, hem anlatması...”

Evet! Anlamak ve anlatmak zor! Sözün doğruluğu ile hayatın gerçekliğinin bütünleşmesi gerekiyor. Bu bütünlük oluşmayınca da her şey havada kalıyor. İnsanoğlunun tarih içinde yaşadığı ‘insanlık dışı’ deneyimler bize bunu gösteriyor. Sözünü ettiğimiz gibi Almanya’da Hitler diye biri çıkıyor, Goethe’lerin, Kant’ların, Bethooven’lerin memleketini üç beş yılda bütün dünya ile ‘insanlık dışı’ bir savaşa sokuyor. Daha geriye gidelim. Orta çağlarda batıl inançların etkisi altında Yunan ve Romalıların daha önceden düşündükleri, şüphe ettikleri birçok gerçekler unutuluyor, taassup ve cehaletin körüklediği peşin hükümler engizisyon mahkemelerinin o zamana kadar bilinmeyen ‘insanlık dışı’ işkence ve zulümlerine sebep oluyor. “Dünya yuvarlak olamaz, çünkü İsa yeniden dünyaya geldiğinde dünyanın hem alt hem üst kısmına birden gelemez. Onun için dünya düzdür.”

Görülen şu ki öncelikle bireyler kendi hayatlarında peşin hükümlerden kurtulmadıkça, düşünmek zahmetine katılmadıkça, çevrelerindeki insanları anlamadıkça, oluşturdukları toplumlar, cemaatler, milletler de, ‘daha büyük peşin hükümlerden’ ve ‘insanlık dışı’ davranışlardan kurtulamazlar.

Nereden nereye geldik! Seyretmediyseniz ‘Paris’te Son Konser’i muhakkak seyredin! Çok keyif alacaksınız…