Siz bu yazıyı 3 Kasım sonrasında okuduğunuzda ben hâlâ Güney Amerika’nın yüksek duvarlarla çevrili, ünü kendisinden büyük bir adasında ülkemizin nimetlerini tanıtıyor olacağım. Ama şayet 30 Ekim Cumartesi günü İstanbul’da olsaydım ne yapmıştım biliyor musunuz?
Şu anda geleceğe yazılmış bir yazıyı okumaktasınız. Cumhuriyet Bayramı’nın gelişi, benim için yolculuk mevsiminin başladığının işaretidir adeta. Bavulumu yapar, göçmen kuşların ardından uzak diyarlara uçarım…
Yolumun üstünden Şalom’a karikatür göndermek zor değildir, yirmi yıldır alıştım buna. Çalakalem bir şeyler çiziktirir, çarşambadan önce mutlaka gazeteme ulaştırırım. Hiç aksatmam. Aksi halde köşemi sotada bekleyen onlarca karikatür çizme heveslisine kaptırma riskim var. Ama yazı işi öyle değil. Pek meraklısı yok, üstelik çalakalem yazılamıyor, konuya yoğunlaşmak gerek. Sonradan karikatürde olduğu gibi ‘yanlış anlamışsınız’ deyip kıvırtmaksa mümkün değil. Yazdıklarınız belgeli ve tescilli olarak tarihe geçiyor. Okuyucu hiçbir zaman unutmuyor!
Böylesine geçerli bir gerekçeyle, bir süreliğine affımı istedim hoş ve alımlı sayfa yönetmenimizden. Ama kendisi o denli tatlı, o denli şekerli bir ‘hayır olmaz’ dedi ki, suratıma yapıştırdığım ‘ekşi limon yemiş’ ifadesiyle derhal çark etmek zorunda kaldım.
Siz bu yazıyı 3 Kasım sonrasında okuduğunuzda ben hâlâ Güney Amerika’nın yüksek duvarlarla çevrili, ünü kendisinden büyük bir adasında ülkemizin nimetlerini tanıtıyor olacağım. Ama şayet 30 Ekim Cumartesi günü İstanbul’da olsaydım ne yapmıştım biliyor musunuz? Saat 15’te İstinye Park’taki D&R mağazasına gitmiş, Sandy Tolan’a kitabının ilkinden daha başarılı olduğuna inandığım yeni çevirisini imzalattırmıştım. Üstelik bir tane değil; oğlum için, kızım için, torunum için, hatta ve hatta bir karikatürümden dolayı bana sövmekte beis görmeyen eski dostum için de birer tane ‘Limon Ağacı’ satın almış, hepsini yazarına bir bir imzalattırırken de usul usul bu melodiyi mırıldanıyor olmuştum:
“Lemon tree very pretty and the lemon flower is sweet but the fruit of the poor lemon is impossible to eat” Çevirisi: “Limon ağacı çok sevimli, çiçeği tatlı, oysa garip limonun meyvesi yenesi değil”
Bu şarkıyı gençliğimde Trini Lopez’den dinlerdim. Gerçi aynı şarkıyı Peter Paul ve Mary üçlüsü de güzel yorumlardı ama Lopez’inki kıvamı tutturulmuş bir Latin Amerikan şarkısı sıcaklığındaydı.
Nedense limon ağacının insanın içini ısıtan bir görüntüsü vardır. İtalyan Rivierası’yla Fransızların Cote d’Azur’ünde limon ağaçları önemli bir süs bitkisidir. Fransa’nın Akdeniz’e en uzun çıkıntısı Menton’da her yıl limon festivali düzenlenir. Belki de salt bu nedenle, Akdeniz’e bitişik yaşayan Ortadoğu halkları için limon ağaçları farklı bir anlam taşır. Filistin trajedisinin doğal bir logosudur adeta limon ağacı. Görünümü güzel, çiçeği tatlı, fakat meyvesi ekşi mi ekşi!
Akdenizlilerin limon ağacı sevdası pek çok edebi romana konu olmuş, filmler çevrilmiştir. Bunlardan birini geçen yıl izlemiştim. Etz Limon (Limon Ağacı) isimli bu filmde, Filistinli bir dul kadın olan Selma’nın İsrail tarafından güvenliği tehdit ediyor gerekçesiyle kesilmek istenen limon ağaçlarını korumak için verdiği hukuk mücadelesi anlatılıyor. Selma’nın limon ağaçlarıyla duygusal bağı aslında o kadar gerçekçi ki, bir an geliyor insan Ortadoğu sorununun limon ağaçlarının kesilmesinin İsrail mahkemelerince engellenmesiyle çözüme kavuşacağına inanıyor. Filmi henüz izlememişler olanlar için sonunu yazmayayım bari…
İki yıl kadar önce, çeşitli ülkelerden gelen sanatçılarla önce Kudüs’te buluşmuş, ardından Ramallah ile Beytüllahim’e geçmiştim. İsrail ve Filistinli sanatçılar aramıza katılmış, birbirleriyle kucaklaşmışlardı. Onları gördükçe, özlenen barışın sağlanmasının söylendiği kadar imkânsız olmadığını düşünmüştüm. Ama ne gezer! Filistinli çocuklarla yaptığımız atölye çalışmalarında bu hülyayı gerçekleştirmenin ne denli zor olduğunu bir kez daha anlamıştım. Sekiz – on yaşlarındaki kız çocukları, limon bahçeleri içindeki hayali evlerini resmederlerken, aynı yaşlardaki erkek çocukların çizmeyi bildikleri tek resim, öldürülen insanlar ve içinde İsrail olmayan kanlı Filistin haritalarıydı. Aradan geçen iki yıl boyunca düşmanlık tohumları o denli verimli bir şekilde serpildi ki ortalıkta ‘limon ağacı’ falan kalmadı…
Sandy Tolan’ın ‘Limon Ağacı’ işte bunun için önemli. Belgesel ağırlıklı bu romanda, Soykırım’dan kurtulan bir Bulgar ailesinin kızı Dalia’yla, İsrail’in kurulmasıyla birlikte evlerini terk etmek zorunda kalan bir Filistinli ailenin oğlu Beşir’in karşılaşmaları anlatılıyor. İki genç insanın diyalogu – kesinlikle arada aşk yok – her şeye rağmen barış umutları için ışık yakıyor. Bunun yolu, geçmişle yüzleşmeyi becerebilmekten ve ardından tarihi yeni baştan yazabilme cesaretini göstermekten geçiyor.
Limon belki ekşi, ama ağacı sevimli, çiçeği tatlıdır…