Eskişehir’e gitmeden tam iki gün önce o haftanın Şalom Gazetesi’ni elime alınca, Sevgili Tilda Levi’nin Eskişehir yazısını okudum; Eskişehir 222. Güzel bir tesadüf olduğunu düşündüm. Utanarak itiraf ediyorum seyahatimizden 1-2 hafta öncesine kadar arkadaşlarıma “Eskişehir’de ne işimiz var?” diye hayıflanırken, Tilda’nın yazısının da verdiği motivasyonla 30 Ekim Cumartesi sabahı Bostancı Garı’ndan Eskişehir yollarına döküldüm…
***
Biz kibirli İstanbullular - Ege ve Akdeniz sahillerindeki sahil beldelerini bu sohbetin dışında tutar isek- İstanbul’u en güzeli, en medenisi, en iyisi zannederiz. Değil mi? Galiba değil! Yaklaşık beş saat süren tren yolculuğundan sonraki ilk izlenimim rehberimizin biraz kötü ama çok iyi niyetli olduğu, şehrin ise küçük ama aslında ‘çok büyük’ olduğu. Rehberimizin iyi olmadığı izlenimini ilk defa bize Cam Müzesi’ni gezdirirken hissettim; “Cam müzesi gibi bir balmumu müzesi hazırlıkları da sürüyor Eskişehir’de” dedi. “Aynı Londra’daki Madame Betty Müzesi gibi olacak” dedikten birkaç dakika sonra ‘Madame Tussauds Müzesi’ diye düzeltti. Gezdiğimiz Kültür Parkı’nda ise detayları oldukça atlayınca, çok başarılı bir rehbere düşmediğimizden emin oldum. Neyse ki her kalabalık arkadaş gurubunda seyahat edilecek şehrin kitapçığını alıp, önceden ezberleyen biri vardır. Bizde de vardı.
Seyahatimden önce Eskişehir hakkında üç şey duymuştum, üniversite şehri, belediye başkanı ve 222. Eskişehir’de ilk gezdiğimiz yer olan Anadolu Üniversitesi, gerçekten anlattıkları gibi Amerika’daki kampüsleri andırıyor. Yeşillikler içinde yatakhanelerden, kütüphanelere, lokantalardan cafelere, sergilerden hamamına kadar içinde her şey mevcut. Büyük olmasına rağmen çok derli toplu ve yeşillikler içinde olduğu için de çok huzurlu bir görüntüsü var. Orada öğrencilik yıllarını geçirmiş kimseyi tanımadım ama keyifli bir tecrübe olsa gerek.
Eskişehir’de dikkatimi çeken özelliklerden biri de şehrin temiz ve derli toplu olmasıydı. Bazı parkların önünde “Büyükşehir çalışıyor” diye bir yazı vardı. Eskişehir’de bu laf mecazi anlamda kullanılmıyor, sokaklar delik deşik, çamur, ızgara değil. Büyükşehir Belediye Başkanı Prof. Dr. Yılmaz Büyükerşen şehri alıp baştan yaratmış, bir nevi Rönesans olmuş Başkan’ın yönetiminde. Ana caddedeki bronz heykeller, Porsuk Nehri, gondollar, nehir vapurları, havacılık müzesi, cam müzesi, Bilim ve Kültür Müzesi… Böyle Avrupai bir yer göreceğimi tahmin etmiyorum, itiraf ediyorum. Nüfus genç, birçok öğrenci çevre cafelerde çalışarak para kazanabiliyor. İnsanlar güler yüzlü, ne sahil şeridindekiler gibi ağırkanlı, ne de İstanbul’dakiler gibi asık suratlı… Eskişehir’in tek kötü yanı, tek gece kalmalı gittiğinizde 48 saatinizin 10 saatinin trende geçmesi.
***
Gelelim 222’ye… Eski bir kereste fabrikasından Eskişehir’in en gözde gece kulübüne dönüşen 222’ye de uğramamak olmazdı tabii. İçinde 4-5 değişik mekândan oluşan 222’de, içerden güzel canlı müzik gelen bir bara oturduk. Daha doğrusu “Merhaba” demekten birkaç dakika oturamadık. Eskişehir’de bu kadar tanıdık İstanbullu göreceğimi birkaç ay önce söyleseler inanmazdım. Bilmeden ‘trendy’ bir yere geldik sanırım…