Uzaktan tanıdığınız ama tanışmadığınız bir Aşkenazla yolunuz kesişirse, muhtemelen selam vermeden geçip gidecektir. Sakın alınmayın! Samimi olmayan iki Aşkenazın bile yolda selamlaştıkları pek nadirdir. Dahası, birbirini tanımayan iki Aşkenazın yanlışlıkla selamlaşmaları, iki uçağın havada çarpışmasından daha ender görülen bir durumdur. Çok kişi bu sıra dışı tutumu Aşkenazların kibirlerine, kendilerini beğenmişliklerine yorar. Oysa gerçek öyle değildir: Aşkenazlar utangaçtır!
Evet, bizim Aşkenazlar çekingendirler ama saygınlıkları her daim zirve yapar! Türkiye’de onca azalmış olmalarına karşın, kültürel birikimleriyle yoğrulmuş olan entelektüel düzeyleri ve de ticari alandaki başarıları sayesinde, genellikle Yahudi toplumunun ‘krema’ tabakasında konumlanırlar.
Aşkenazlar hakkında bunca atıp tutmak senin ne haddine derseniz, soyadımdan kolayca anlaşıldığı gibi, ben bir Aşkenazım. Ama yarım kan… Annem Birinci Dünya Savaşı ertesinde Selanik’ten İstanbul’a göç eden bir Sefarad ailesine mensuptur. Yani Aşkenazlığım babadan mirastır. Yukarıda kabaca çizmeye çalıştığım Aşkenaz portresiyle de çocukluğumdan bu yana aşinayım.
Annemle babam henüz ben küçükken ayrılmışlardı. Çocukluğumun önemli bölümü her ne kadar annemin yanında, yani Sefarad evinde geçtiyse de baba evinden pek uzak kalmadım. Kış boyunca hafta sonlarını, yaz aylarındaysa dört-beş haftayı babamın evinde geçirirdim. Annemlerde ortam ne denli dışa açıksa, babamın evinde de tam aksine o denli kapalıydı. Yanlış anlaşılmasın, babamlar çok neşeli insanlardı ve evin içinde –ben geldiğim için midir bilmem?- sürekli şenlik havası eserdi. Ama konu komşuya, yabancılara karşı kapalıydılar. Belli bir iki yakın akraba ve arkadaş dışında eve giren çıkan olmazdı. Kazara sokak kapısının zili çalsa, ne oluyor diye herkes birbirine bakar, kapı kuşkuyla açılırdı. Oysaki annemin evinde konu komşudan, akraba ve arkadaştan geçilmezdi. Kapı zilinin çalınması dahi gerekmezdi çünkü kapı genellikle açıktı. Komşularla komün hayatı yaşanırdı adeta…
İşte ben çocukluk yıllarım boyunca bu iki farklı kültür arasında pingpong topu misali gidip gelirken, bir açılır bir kapanırdım. Tıpkı deniz çakarları gibi… Annemlerde açık, babamlarda kapalı…
Babam düzenli bir insandı. Hesabını kitabını iyi bilirdi. Her zaman cebinde taşıdığı küçük defterine masraflarını sektirmeden işlerdi. Örneğin taksiye mi bindi, inerken ödediği meblağı gider hanesine yazmayı ihmal etmezdi. Bakkaldan ekmek mi alındı? Hemen küçük deftere işlenirdi. Akşam olunca çalışma masasının başına geçer, günün muhasebesini yaptıktan sonra cebinde kalan parayı kontrol ederdi. Hesabı yüksek sesle ve Yidişçe yapardı. Sayıların Yidişçe söylenmesi komiğime giderdi. Babam yüksek sesle parasını saydıkça ben de kıkır kıkır gülerdim.
Arada sırada açık verirdi! O zaman bütün huzuru kaçardı. Gün boyu yaptıklarını bir bir gözden geçirir, paniğe kapılır, ben dâhil tüm aile fertlerini sorgulardı. Parasını kaybetmekten, çaldırmış olmaktan çok korkardı. İşlemeyi unuttuğu masrafı hatırladığındaysa bütün dünyalar onun olurdu! Sanki kaybettiği parayı yeniden bulmuş kadar sevinirdi. Bense bu tepkiye bir türlü anlam veremezdim, neticede harcanan para geri gelmemişti ki…
1983 yılının başında öldüğünde arkasını toplamam hiç de güç olmadı. Her şeyini arşivlemiş, düzgünce dosyalamıştı. Neredeyse bütün birikimini Banker Kastelli’ye kaptırmış olduğunu o zaman gördüm. Yüreği bu kaybı kaldırmaya yetmemişti…
Babamın ölümüyle birlikte içimdeki cılız Aşkenazlık ateşi de söndü. Ya da o tarihte öyle zannettim. Ta ki 90’lı yıllarda Şalom’da yazıp çizmeye başlayıncaya dek. Soyadım beni ele verince kendimi Aşkenaz Cemaati’nin ta içinde buluverdim. Üstüne üstlük Schneidertempel gibi bir hazineyi keşfedince Aşkenazlık yanım iyice depreşti, on yılı aşkın bir süreyle Aşkenaz Cemaati’nin vakıf yönetim kurullarında görev aldım. Hatta bir ara Aşkenaz Kültür Derneği kurma suçundan yargılandım bile!
Aşkenaz Cemaati’nin Yahudi Cemaati içindeki itibarını bu süreçte fark ettim. Yöneticilerin hesap kitap işlerindeki titizliklerini hayranlıkla izledim. Hemen her toplantıda babamı andım. Ne ki, cenaze işlerinden, gömü formalitelerinden hiç anlamıyordum. Protokol sorunlarıysa ilgi alanımın hayli dışındaydı. Elimden geldiğince sanatla ilgilendim, Schneidertempel’i ayakta tutmaya çabaladım. İçim daraldıkça da Ulus’taki mezarlığa sığındım.
Yeri gelmişken itiraf edeyim: Ara sıra mezarlıklara huzur bulmaya giderim. Tanıdığım tanımadığım insanların mezar taşlarını okur, için için dertleşirim. Mezarlıkta geçirdiğim bir iki saat, âdeta terapi seansıdır benim için. Ulus’taki Aşkenaz Mezarlığı, İstanbul’daki çeşitli mezarlıkların arasında en sevdiklerimden biridir. Sessiz, sakin, düzenli ve bakımlıdır. Üstelik çok sayıda yakınım, tanışım oradadır…
Aşkenaz Cemaati şimdi oraya bir baz istasyonu yerleştirme kararı aldı. Hesap kitap meselesi tabii ki, aklım ermez… ‘Ölülerin rahatsız olmasından mı çekiniyorsun?’ diye dalga geçmelerine rağmen kararı imzalamadım. Bu kadar kapanmak yeter dedim kendi kendime, anne yanım depreşti, açılmaya niyetlendim yeniden...