Mustafa Kemal’in Akademisyen ‘GASTARBEİTER’leri (*)

Mesut ILGIM Köşe Yazısı
1 Aralık 2010 Çarşamba

İsterseniz yazıma koyduğum başlığı açıklayarak başlayayım. Aslında bu başlık benim buluşum değil. 1984 yılında Bremen’deki mahalli bir TV kanalında yayınlanan programına bu adı vermiş, programın yapımcısı Alfred Joachim Fischer. Yaptığı bu programda, 1933 ve sonrası yıllarda ülkemize sığınan çoğu Yahudi asıllı Alman bilim adamlarından hayatta olan dört tanesi ile yaptığı röportajda.

‘Gastarbeiter’ terimi dilimize 1961 yılından itibaren girdi. Yani bu yazımın konusu olan ters göçün başlamasından tam 28 yıl sonra.

Yirminci yüzyılın tartışmasız eli en kanlı tiranlarından birisi olan Adolf Hitler 1933 yılında Almanya’da iktidara gelir gelmez, uzunca bir süreden beri tasarladğı şer planlarını teker teker yürürlüğe koymaya başlar. Bunlardan bir tanesi de memuriyeti yeniden düzenleyen bir yasadır. Yasanın en can alıcı maddesi ise, yasanın yürürlüğe girdiği andan itibaren Alman üniversite ve diğer kurum, kuruluşlarında arî ırktan olmayanların bundan böyle bu hizmetlerde çalışamayacakları hususudur. Ve bu yasanın 7 Nisan 1933’de yürürlüğe girmesi ile o tarihe kadar çeşitli Alman üniversitelerinde çalışan sayıları 4000’e yakın, son derece yüksek evsaflı bilim insanı ve araştırma görevlisi bir anda işlerini kaybederler.

Kaybetmekle de kalmazlar, hemen takip eden günlerde bu insanlar Gestapo tarafından takip edilmeye, aile, eş ve çocukları tehditler almaya başlar. Adı geçen yasa, savaşın bitiminden sonra da bir süre daha yürürlükte kalacak, ancak savaş galibi devletlerin oluşturduğu bir yeniden yapılanma komisyonu tarafından 20 Eylül 1945’de yürürlükten kaldırılacaktır.

İşte bu yasanın yürürlüğe girmesi ile ortaya çıkan durum, Türkiye’de, Ulu Önder Atatürk’ün başlattığı ve “1933 Üniversite Reformu” diye adlandırdığımız çalışmalarla aynı tarihe denk düşer.

Sonuçta, bugün dahi örnek gösterilecek, örnek alınacak bir uygulama ile, her biri kendi döneminde ve sahasında birer otorite sayılan çok sayıda ve çoğu Yahudi asıllı Alman bilim adamı ülkemize davet edilirler ve ülkemizin üniversite sisteminin yeniden yapılandırılmasında, üzerinden neredeyse 80 yıla yakın bir zaman geçmesine rağmen, hâlâ hayırla yâd ettiğimiz çok başarılı çalışmalarda bulunurlar.

1933 yılı sonbaharından İstanbul Üniversitesi (artık eski ismi olan Dar-ül Fünun’u bırakmıştır) açıldığında –ağırlık tıpta olmak üzere- sayıları 50 kadar olan bu hocalarla yeni öğretim yılına başlar.

Daha sonraki senelerde bu sayı 200’leri geçecektir. Ve 25 senelik bir perspektifte değerlendirdiğimizde ise, asistanları, teknisyen ve laborantları, aile fertleri ile birlikte 1200’lere varan bir rakamdan söz etmek mümkündür.

Hatta bu sayı bir tarihte o kadar dikkatleri çeker hale gelir ki, Türkiye dışındaki akademik çevrelerde bir benzetme konuşulur olur: “İstanbul Üniversitesi, Almanya dışındaki en büyük Alman üniversitesidir” diye!

Bu olay ile ilgili olarak bu gazetede daha evvel ayrıntılı yazılar yazdım. Herhalde onları da okumuşsunuzdur.

Bu sefer ise, ‘üç yüz altmış derece’de, gelin bu olayın biraz daha keyifli yanlarından; yaşanmış nüktelerinden, konunun ‘gülümseyen yüzünden’ bahsedelim. Zira olay başlangıcında her ne kadar son derece hüzünlü, kırıcı ve yıpratıcı başlamışsa da, daha sonra bu insanlar, kendilerine kucak açan, adeta ikinci vatan olarak benimsedikleri bu topraklarda, günahları ve sevaplarıyla; hüzünlü ve neş’eli günleri ile bir yaşam sürdürdüler. Kimisi bu topraklarda öldü ve vasiyetleri gereği İstanbul’un, Ankara’nın mezarlıklarında yatıyorlar.

Çocukları bu topraklarda dünyaya geldi, bazıları çocuklarına Türkçe isimler verdiler. Kendilerinden artık hayatta olan yok. Ama çocukları hâlâ yaz aylarında ülkemize geliyor, çocukluklarını geçirdikleri Bebek, Moda, Kuzguncuk sokaklarında gezip, tanıdık bir yüz arıyorlar. Heykeltıraş Rudolf Belling’in kızı, okul arkadaşım Elisabeth Weber Belling bunlardan biri: Babasının çalıştığı Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi rıhtımında dolaşırken, “Biliyor musun Mesut, babamın öğrencisi İlhan Koman, bana burada erkek çocuklar gibi misket oynamasını öğretmişti” derken gözlerinin içini şeytanca bir gülücük ışıldatıyordu.

Bu gazeteden de haberiniz olduğunu sanıyorum; 4 Kasım-17 Kasım tarihleri arasında, davetli olarak gittiğim ABD’de bu konuda dört konferans verdim. Michigan Ann Arbor, Michigan State, Chicago Northwestern Üniversiteleri’nde ve New York Manhattan’da bir sinagogda.

Bu konferanslara çok sayıda dinleyici geldi; kimisi meraktan, kimisi yakın çevresindekilerden bir şeyler duymuştu bu konularda. Kimisi de bu insanların bazıları ile tanışma fırsatı bulmuştu. Sımsıcak anıları vardı bu insanlara dair.

Michigan Üniversitesi’ndeki konferansımın arkasından verilen resepsiyonda yanıma gelen ve 80’li yaşlarını geride bırakmakta olan bir Türk doktor bana, hocası Prof. Winterstein’la (fizyolog) ilgili bir anısını anlattı.

Bir kurban bayramı sonrası Winterstein, talebesini tahtaya kaldırmış ve sormuş: “Suavi Bey, bayramda kurban kestiniz mi?” Olumlu yanıt alınca da devam etmiş: “Peki, hayvanın gırtlağını kestikten sonra hayvan yaşamaya devam etti mi?”

Ne gezer hocam, hemen öldü diye cevap verince talebesi, “Otur yerine, bilemedin” demiş.

Suavi Bey devam etti anlatmaya: “Biraz sonra düşündüm taşındım, parmak kaldırıp tekrar söz istedim” diyor; “Evet hocam” demiş, “haklısınız biraz daha yaşar. Yaşar yaşamasına ama ben buna yaşamak mı derim!”

İmzaladıkları kontratlar gereği, eşlerin her ikisi de meslek sahibi olsa dahi, sadece birisine çalışma izni verilir.

1935 yılından 1949 yılına kadar Ankara Numune Hastanesi’nde çalışan Prof. Albert Eckstein’in karısı Erna Eckstein da çocuk doktorudur. O çalışamaz; ama evinde de boş oturmaz. Küçük çocuklarını da yanına alıp, hafta içinde Ankara civarındaki köyleri gezer ve köylü kadınları çocuk bakımı konusunda eğitir. Onun sayesindedir ki, o günlerde, bebek ölümleri oranlarında ciddi bir düşüş kaydedilir.

Nitekim Erna Eckstein, anılarında şöyle diyor: “Ankara’dan ayrılırken yüzlerce Türk, kucaklarında bebekleri, ellerinde çocukları, bizimle vedalaşmaya gelmişlerdi. Daha sonra gazetelerden öğrendiğimize göre, Ankara Gar’ı tarihinde böyle bir kalabalık yaşamamıştı. Kompartımana bakan görevli, devamlı olarak bize gelen çiçek ve hediyeleri yerleştirmek için yeni kompartımanlar açıyordu.”

İstanbul’da da bir Erich Frank fırtınası esiyordur. Prof. Erich Frank dâhiliyecidir ve 1933’de geldiği İstanbul’da, 1954 yılındaki vefatına kadar gecesini gündüzüne katarak çalışır, çok sayıda öğrenci yetiştirir ve 1954 yılında öldüğünde cenazesi devlet merasimi ile kaldırılarak, Aşiyan’daki ebedi istirahatgâhına tevdi edilir. Bundan 3-4 ay kadar evvel kaybettiğimiz Frank’ın öğrencisi, daha sonra da asistanı olmuş Prof. Dr. Ferhan Berker de vasiyeti üzerine yine aynı mezarlıkta, sevgili hocası Frank’ın ayakucuna defnedildi. Hoca-öğrenci sevgi ve saygısını bundan daha güzel anlatacak başka bir örnek gösterilebilir mi?

Frank hastanesinde, hastaları ile uğraşıp, öğrencilerini yetiştirirken, onun bilgisi dışında başka şeyler de olmaktadır İstanbul’da. Şöhreti o kadar yayılmıştır ki Frank’ın, sabah saatlerinde Haydarpaşa Garı’nda bir takım simsarlar, Anadolu’dan gelen trenler gara girdiklerinde “Frank’a götürülür” diye simsarlık yapmaya başlarlar. Onun ise pek tabiidir ki bunlardan haberi yoktur.

Şöhretleri İstanbul’un dışına da yayılır. Maliye Profesörü Fritz Neumark bir hafta sonu eğlencesi için zamanın Bursa Valisi’nden davet alır. Karı koca Neumarklar Bursa’ya giderler.

Gerisini Neumark’dan dinleyelim: “Kirazlıyayla’da bir alana halılar kilimler yayılmış, bir yandan kuzular çevriliyor, bir yandan türküler söylenip halaylar çekiliyordu. Derken ortaya bir dansöz fırladı. Ve önümüzde sanatını icra ettikten sonra, Vali Bey, geleneğe uygun bir şekilde dansözün göğsüne bir banknot iliştirdi. Bu durum Vali Bey’in eşini çok rahatsız etmiş olmalı ki hanımefendi uzun uzun söylendi. Bunun üzerine Vali Bey bana dönerek , ‘Herr Professor, siz Alman bilim adamları pek çok şey biliyorsunuz, söyleyin bana, eşimin bu tavrının bana olumsuz bir sonucu doğarsa ne yapmalıyım?’ diye sordu. Bunun üzerine ben de Vali Bey’e; ‘Bu konuda size benim yardımcı olabileceğimi sanmıyorum ama eğer gerekirse bir ortopedist arkadaşımı tavsiye edebilirim’ dedim!”

Bir başka ünlü isim de Ord.Prof.Dr. Ernst Hirsch’dir. Hirsch Türkiye’deki ilk on senesini İstanbul Üniversitesi’nde, ikinci on senesini de Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde geçirir.

Gerek, Atatürk’ün manevi haklarına karşı işlenen suçlarla ilgili kanunun, gerekse marka ve patent hakları ile ilgili kanunun ve nihayet SSK gibi mevzuatların altında onun imzası vardır.

Hirsch 1938 senesinde, beş senelik kontratı sona erdiğinde bir dilekçe ile başvurarak TC vatandaşı olmak istediğini belirtir. Uzunca bir süreçten sonra bu isteği kabul edilir de. Ancak bir müddet sonra bakar ki aldığı maaş kuş’a dönmüş! Nedenini araştırdığında Hirsch’in aldığı cevap ilginçtir: “Eee ne yapalım, Türk olmak o kadar kolay değil!”

Zira o dönemde yapılan kontratlardan, bir Alman öğretim görevlisinin, Türk meslektaşının üç hatta bazı durumlarda dört kat maaşı aldıklarını biliyoruz.

Bu yolculuğun ta başlarında, dönemin Milli Eğitim Bakanı Reşit Galip, İsviçreli Pedagog Prof. Malche ve ‘Kader Birliği Derneği’nin Başkanı Prof. Philipp Schwartz’la konuşurken şöyle der: “Bugün alışılmışın da dışında, örneği gösterilemeyecek bir iş yapabildiğimiz bir gün oldu. 500 yıl kadar önce İstanbul’u kuşattığımız zaman, Bizanslı bilginler İtalya’ya göç etmişti ve biz buna engel olamamıştık. Bu bilginler sonuçta İtalya’da Rönesans’ı gerçekleştirdiler. Bugün Avrupa’dan bunun karşılığını alıyoruz. Bilim ve yöntemlerinizi getirin, gençlerimize bilginin yollarını gösterin.”

Onlar bu görevi fazlası ile yaptılar, yerine getirdiler. 1933 sonbaharında İstanbul Üniversitesi bu hocalarla kapılarını yeni ders yılına açtı. Ve en az 20 senelik bir süreçte, tıptan, hukuka, iktisada, fen bilimlerine; edebiyattan, güzel sanatlara; mimarlıktan, klasik müziğe, tiyatroya, operaya, binlerce talebe yetiştirdiler. Genç Cumhuriyet için gecelerini gündüzlerine kattılar, çalıştılar, çalıştılar. Türkiye’nin yaşamadığı ‘aydınlanma’yı yaşatmak için ellerinden gelen her şeyi yaptılar.

Günümüzde bizlere düşen görev ise, onların anılarını sıcak tutmak, genç nesillere bu bilgileri aktarmak. Bu insanlarla ilgili bilgi ve belgeleri bir merkezde toplayarak, Cumhuriyet tarihimizin bu son derece ilginç döneminin unutulmasına engel olmaktır diye düşünüyorum.

Başta bu büyük projeye giden yolları açan Ulu Önder Atatürk olmak üzere, hepsinin mekânları cennet olsun.

MESUT ILGIM kimdir?
Mesut Ilgım, 1942 yılında İstanbul’da doğdu. Sankt Georg Avusturya Lisesi’nden sonra İktisadi ve Ticari İlimler Yüksek Okulu’ndan mezun oldu. 33 senesi Koç Grubu’nda olmak üzere 39 sene özel sektörün çeşitli kuruluşlarında üst düzey yönetici olarak görev yaptı ve 2001 yılı sonunda emekli oldu.
Geyre Vakfı (Afrodisias Kazıları) Yönetim Kurulu Üyesi,  Koç Yönder’in Yönetim Kurulu Başkanı, Yıldız Üniversitesi Vakfı Mütevellisi, Türkiye Milli Olimpiyat Komitesi Kültür ve Sanat Komisyonu Üyesi, Alzheimer Vakfı Yönetim Kurulu Başkan Yardımcısı olan Ilgım fotoğraf, resim sanatı ve arkeoloji ile yoğun olarak uğraşıyor.
Son on seneden beri, 1933 Atatürk Üniversite Reformu ve ülkemize sığınan çoğu Yahudi asıllı Alman bilim insanları ile ilgili araştırmalar yapıyor. Bu konuda da yurt içinde ve yurt dışında çok sayıda konferans verdi ve yayınlar yaptı.

(*) Alman konuk işçi