Tana ESKİNAZİ ALALU
Geçtiğimiz ay bir geziye çıktım. 9 gün tek başıma Meksika’ya gittim. Lisanını anlıyordum ama konuşamıyordum. Amerika’ya yakın olduğu için herkes nasılsa İngilizce konuşur- özellikle turizm işinde olanlar- diye düşünmüştüm. Gitmeden İstanbul’dan bir tur ayarladım, gideceğim yerleri, kalacağım otelleri, uçakla mı yoksa otobüsle mi gideceğimi daha evvel biliyordum.
Tura Mexico City’den başladım. 3 gün 4 gece Mexico City’de kalacak, daha sonra uçakla Palenque’ye gidecek orada bir gece kalıp, birinci sınıf bir otobüsle Merida’ya gidecek orada iki gece kalıp, yine otobüsle Cancun’a gidip 2 gece de orada kalacaktım. Bir turun parçası olacağım söylenmişti. Oysa yolculuk süresince turun diğer insanlarına hiç rastlamadım. Hâlbuki her şeyin kendiliğinden akacağını zannediyordum. Havaalanına gelince kimse beni karşılamadı. Taksiye bindim otele gittim. Kimse haber bırakmamıştı, ertesi sabah kim gelecek, ne zaman, benimle kim ilgilenecek belli değildi. Nihayet 9.30’da birileri benim almaya geldi.
Her seferinde başka bir tura katıldım, değişik insanlarla. Tur rehberi bir tek ben İngilizce konuşuyorum diye açıklamanın %30’unu İngilizce % 70’ini İspanyolca anlattı. Allah büyükannelerimden razı olsun onların sayesinde İspanyolca söylediklerinin bir kısmını anlayıp her seferinde eksik kalan kısımları İngilizce isteyebildim. (Bir zaman sonra yorulup anladığımla kaldım.)
Tabii ki beni hemen İngilizce tura eklemeleri konusunda ısrar ettim ve beni İngilizce konuşulan bir tura verdiler. Turların günlerini değiştirdiler, 3. bir tek benim olabileceğim bir turu iptal ettiler. Onun yerine şehir dışında bir yere götürdüler Mexico City’de görülecek bir dolu yer varken… Üstelik aynı gün 3 saat gidiş 3 saat geliş otobüs yolculuğu yaptırdılar. Bir yandan duruma çok kızıyor, diğer yandan “anı yaşa, Tana” diyordum kendime. ‘ Şu anda gördüğün her şey yeni. (Ama tabii biz insanların beyni her şeyi optimize etmeye çok alışmış, bu tur en iyi şekilde nasıl yapılır, bakış açısı ile baktığımda kendimi oldukça aldatılmış hissediyordum. Sonra kendimi sakinleştiriyor, “boş ver” diyordum.
Allahtan Mexico City’de yaşayan arkadaşlarım vardı, onlarla akşamları yemeğe çıkıyor, devamlı beni telefonda arayıp hatırımı soruyor, tavsiyelerde bulunuyorlar, ben de sakinleşiyordum.
Dört gün Mexico City’de kaldıktan sonra Palenque’ye uçtum. Havaalanında bir adam karşıladı. Turda bir tek ben vardım. Havaalanından 1,5 saat yol gittim. Adam hem ailesinden bahsediyor, hem arada açık fıkralar anlatıyordu. Bilmediğim bir yerde, bilmediğim bir adamla tarlaların arasında 1,5 saat yol gittim. Adam yağmur ormanlarına gittiğimizi, orada yılanlar, maymunlar, papağanlar göreceğimizden bahsetti. Ben de çok sevindim. Hep yağmur ormanlarını ve oradaki hayvanları çok görmek isterdim. İspanyolca müzik koyduğunda “ La kukaraca” çalmaya başladı adamla yolda şarkı söyleyerek ve laflayarak yolculuğa devam ettik.
Otele geldiğimizde penceresi olmayan beyaz ışıklı bir oda verdiler. Tabii itiraz ettim. Sonra en alt kattan penceresi kapanmayan bir oda vermek istediler onu da reddettim. Neyse üst katta penceresi kapanmayan bir odaya razı oldum. Sonra valizleri bıraktık ve Palenque’ye gittik. Çok etkileyiciydi adeta bir cennetin içine Maya Piramitlerini koymuşlar. Hava inanılmaz temiz ve güzel kokuyor, değişik çiçekli bitkiler ve ağaçlar vardı. Çok güzel. Neyse insan bu gördüklerini paylaşmak iki laf etmek istiyor, tur lideri de yorgunmuş ben de piramitlere çıkarken Fransızlara laf atıp iki üç laf edebildim.
Tabii yağmur ormanlarında hayvanlar falan yokmuş. O eski zamanlarda varmış. Rehber biraz abartmış, olsunnn. Mekân rüya gibiydi. Akşam otele döndüğümde küçük havuzun kenarında biramı içtim, guacamole (avocado’dan yapılma bir dip) ertesi sabah first class bir otobüsle Merida’ya gidecektim erkenden yattım.
Otobüs istasyonuna gittiğimde şoke oldum. Evet, otobüs moderndi ancak halktan insanların bindiği bir otobüstü. Büyükanneler, büyük babalar, torunlar, sepetler, torbalar… (Görüyor musunuz, nasıl hemen ayırım yapıyorum? Ama kimseyi tanımıyor ve kendimi güvende hissetmiyordum.) Neyse tek başıma otobüse bindim. İlk ve ikinci molada inmedim. Alman turistlerin yanında oturuyordum. Kadın nerede olduğumuzu bilip bilmediğimi sordu. Acaba otobüs doğru yere gidiyor muydu diye merak etmiş. Hiçbir fikrim yoktu, 8 saatlik bir yolculuktu ama nereye gittiğimizi bilmiyordum. Bir sonraki molada Alman arkadaşlarıma tuvalete gitmek istediğimi söyledim ve indim otobüsten. Kuyruk bekledim, tuvalete gittim, su aldım derken bir baktım otobüs bana doğru geliyordu. Meğerse şoför yola çıkmış, Alman kızcağız gelmediğimi görünce otobüsü geri döndürmüş. O da İspanyolca konuşmuyordu, şoför de İngilizce konuşmuyordu bir şekilde anlaşmışlar. Tabii ondan sonra yolculuk boyunca hiç otobüsten bir daha inmedim. İstasyona geldiğimizde tabi ki kimse karşılamaya gelmedi. Taksiye bindim otele gittim, yine grup diye bir şey yok. Ertesi sabah kimin kaçta geleceği belli değil her seferindeki gibi Mexico City’deki adamı arıyorum. Neyse sonunda İspanyolca konuşan bir adam aradı. “Mueve i quarenta i sinco” yu yani, 9.45’te geleceğini anladım. Sabah geldi beni açık otobüs city turlarına koydu, gitti. Neyse gezdik otobüste 3-4 kişi daha vardı. Otobüs bizi bir meydanda bıraktı. ‘Şimdi ne isterseniz yapın’ dedi. Aptallaştım, “beni almaya kimse gelmeyecek mi?” diye sordum. Uxmal’e gidecektik dedim. Ne zaman, nasıl, kiminle diye sordum, hiç kimse hiç bir şey bilmiyordu. Neyse otelin yerini sordum. Otele geldim, tabi ki kimse haber bırakmamıştı. Meydanda oturdum, arkamda Fransızlar, hava kapalı, canım soğan çorbası çekti. Nasıl yapıyorsunuz diye sordum, adam bütün içindekileri saydı. Tıpkı bildiğim gibiydi. Ama size gelen soğan çorbasının resmini ekliyorum.
Kelime sayım dolduğu için daha fazla seyahatimi anlatmayacağım. Kendimi dokuz kehanet kitabındaki kahramana benzettim. O da tek başına bir yolculuğa çıkmıştı, gizli kitabeleri bulmaya. Bense beklentilerle yaşamamayı öğrenme yolcuğuna çıkmışım…