Çok sıcak bir eylül günü, öğleden hemen sonra... Eşim ve yakın arkadaşımız Niso ile birlikte, eski Safed Mezarlığı’nın bir milyon (lâfın gelişi) basamağını iniyoruz. Niso’nun hesed’ini (sevecen iyiliğini), doğrudan atamız Avraam’dan miras aldığını iddia etsem, başım ağrımaz. Ari aKadoş diye de adlandırılan Rabi Yitshak Luria, Alkabets, Kordovero, Karo ve daha pek çok ünlü Kabalist’in bedeni burada yatıyor. Kısırlık sorunları olan kadınların ziyaret ettiği Hanna (Roma zulmüne boyun eğmediği için yedi oğlu ile birlikte işkence edilerek katledildi; öyküsü, Kipur ritüelinde okunur) da burada gömülü. Kabalistlerin mezarları gök mavisine boyanmış, gösterişsiz beton -ve nedense küçücük- dikdörtgen prizmalar. Milyon basamak, aşağılara doğru uzandıkça uzanıyor; iki yanında sayısız -ve de taşsız- kabir...
Hedefimiz, Ari aKadoş’un türbesi. Erkeklerden ayrılarak yoluma tek başıma devam ediyorum. Beklentim? Sadece bedenleri toprak altında yatan yüce ruhların kutsiyetinden pay almak. Hepsi bu. Dualarımda onlardan ne yardım, ne de destek dileneceğim. Yine de türbeye biraz yaklaşmak ve tabiri caizse selâmlamak istiyorum ama ne mümkün! Kadının biri plastik bir iskemleyi türbenin önüne dayamış, sanırsınız kabul gününe gelmiş. Bir başkası car car cep telefonuyla konuşuyor. İçimi aniden öfke kaplıyor.
Birkaç basamak tırmanıyorum ve merdivenlerin tam ortasında, yerde oturuyorum. Güneş ortalığı kavuruyor. Telefonda konuşan kadının sesi, sessizliği duymamı engelliyor. Etrafa şöyle bir bakıyorum ve hemen solumda cılız iki fidan görüyorum. Bütün dallarına plastik poşet parçaları bağlanmış. “Bu nasıl olur ya!” diyorum içimden ve öfkem daha da derinleşiyor. Derken erkeklerin tarafından şofarın sesi yükseliyor. Ve gözlerimden yaşlar boşalıyor. Yüzümü güneşe doğru kaldırıyorum ve içimden geçen bütün dualar, su gibi dudaklarımdan dökülüveriyor.
Şofar tekia diye adlandırılan kesintisiz uzun sesi çıkarırken, “Evrenin Kralı Tanrı”dır duyurusunda bulunuyor. Ruhum ‘hazır ol’a geçiyor. Ardından şevarim geliyor. Şofar hıçkırırken, ruhumun derinlikleri, dökemediği gözyaşları ile ona eşlik ediyor. Sonra ağlamayı andıran kısa ve kesik terua sesi, acı çekmenin, hayatın kaçınılmaz bir parçası olduğunu hatırlatıyor. Şofar tekrar başa dönüyor ve tekia ile bitirirken, acı çekenlere, Tanrı’nın eninde sonunda dualarını duyacağını ve yeniden şarkı söyleyecekleri müjdesini veriyor. Öfkemi yatıştırmalıyım diyorum kendi kendime.
Şofar, Yeni Yıl Roş aŞana ve Af Dileme Günü Kipur dışında, Bar Mitsva gibi mutlu vesilelerle, birini onurlandırmak için ya da bir tsadik’in (dürüst kişinin) ölümünde de çalınır. Kutsal Olan’nın Sina Dağı’nda İbranilere konuşmadan önce şofar seslerinin duyulmuş olması düşüncesi, tüylerimi diken diken ediyor ve Maşiah’ın gelişini duyuracak olan o son şofar sesini duyma umuduyla yanıp tutuşuyorum.
Yine de canımı sıkan konuların peşini bırakmaya niyetim yok. Önce randevusuna geç kalmış gibi koşturan genç bir ‘dati’nin (ultra Ortodoks) yolunu kesmesi için kocamı sıkıştırıyorum ve türbenin önünün neden işgal edildiğini, ağaca neden çul çaput (olsa bir gıdım daha iyi de, plastik yahu) bağlandığını sormaya çalışıyorum. Gözleri irileşiyor, kekeliyor ve hortlak görmüş gibi kaçıyor zavallı. Sonra orta yaşlı, daha az Ortodoks (öyle tanımlamak mümkünse) birine yanaşıyoruz. Verdiği cevap ilginç: “Kadınlar... Tora’yı bilmezler işte...” “Halt etmişsin sen onu” diyorum içimden ve yine öfkeleniyorum. Ağaca plastik poşet parçaları bağlanmasının nedeni “Ben buradaydım” mesajı vermekmiş. İçimden yine “iyi halt etmişler” diyorum. Öfkeliyken kibar olmak ne mümkün! Sadece doğanın kirletilmesi değil derdim, kutsallığın da kirletilmesi ve kimsenin bunları umursamaması.
“Ah Kohava” diyor arkadaşımız. Malûm, Estreya’nın İbranice karşılığı Kohava. “İsminde Kutsal Olan’ın İsimlerinden birini taşıyan Kohava, neden her şeyi bu kadar ciddiye alıyorsun?” Ona hayatın her yönünün çok ciddiye alınması gerektiğini nasıl anlatmalıyım, bilemiyorum. Bu yüzden susup önüme bakmak, işime geliyor.
Öfke iyi bir duygu değil diyorum içimden. Milyon basamağı bir çırpıda çıkmamı sağlasa bile iyi değil. Öfke, kişinin ‘yukarısı’ ile bağlantısını sekteye uğratır. En basitinden, keskin sirke küpüne zarar... Yerdeki çarpık çurpuk taşlara bakıyorum ve beş-altı yüz yıl önce kim bilir kimler geçti buradan diye düşünüyorum. Gözlerimi azıcık kaldırıyorum ve karşımdan gelen grubu görüyorum: iki genç anne ve birkaç çocuk. Yanımdan geçerlerken erkek çocuklardan birinin elinde tuttuğu oyuncak, zınk diye durmama yol açıyor. Yaşıtları, boylarından büyük, neresinden tutacaklarını bilmedikleri çirkin plastik tüfekler taşırken, o, kendisi gibi minnacık ama plastik (olsun) bir... Tahmin edin bakalım? Bir şofar taşıyor. Öfkem, güneş görmüş kar gibi eriyor ve içim mutlulukla doluyor. Birileri oyuncak diye silah tutarken, başkaları ellerinde, boylarına uygun şofarlar taşıyor.
Gelecek için bundan daha umut vaat edici ne olabilir?