Enteresan bir sene yaşıyoruz. Bu yazıyı okuduğunuz sıralarda Galatasaray son 29 yılın en kötü sezonunu yaşıyor. Beşiktaş ve Fenerbahçe’de ondan iyi değiller. Hem ulusal, hem klüp takımı düzeyinde Avrupa’dan silinmişiz. İzimiz bile yok.
Peki ne yapmak lazım?
2002 yılında Şalom için kalemi ilk elime aldığımda ilk yazdığım yazı kulüp yönetim anlayışlarının değişmesi üzerineydi.
Ne kadar klasik, yaratıcılıktan uzak, çözüm odaksız bir önerge değil mi? Türkiye’de kulüp yönetim anlayışı nasıl değişebilir ki? Ne yönde değişebilir ki? Kim değiştirebilir ki?
Açıkçası bugün, sekiz sene önce kendi yazdığım yazıya bakınca gülüyorum.
Zira bugün, kulüp yönetim anlayışlarının değişeceğine kesinlikle inanmıyorum. Dünya çapında sportif başarının daha uzun süreler elde edilemeyeceğini düşünüyorum.
Çünkü kulüpler, bulundukları ülkenin birebir yansımasıdır. Aynen okullar, devlet daireleri, gece klüpleri, mahkemeler ve hükümetler gibi.
Kulüp yöneticileri, aynı siyasi parti yöneticileri gibi davranırlar. İçinde bulundukları toplumun kültürel ve ekonomik yapısından sıyrılamazlar ya da daha doğrusu sıyrılmak istemezler.
Yine de arada bir bizi hiçbir yere götürmeyen bu eski düzenden sıyrılacağım, yenilik yapacağım, bu kulübe çağ atlatacağım diyen bazı cesurlar çıkar. İşte o cesurlar, düzenden sıyrılmaya çalıştıkları an, yine toplum kültürüne endeksli olarak tepkiyle karşılaşırlar. İngiltere gibi demokrasi kültürü gelişmiş ülkelerde bu tepkiler olumlu da olabilirken, bizim gibi ülkelerde genelde koltuğundan alaşağı edilme şeklinde tezahür eder. Tabi bu alaşağı edilme sürecine kadar Bizans oyunlarıyla ısınmaya başlayan kazan, çoktan kaynamaya başlamış, yandaşlar birer birer karşı tarafa geçmiş ve devrimci başkan ruhu bile duymadan tek başına kalmıştır. BJK eski Başkanı Serdar Bilgili, bu duruma iyi bir örnektir.
Yine ülkemizde ‘koltuk sevdası’ kültürünü iyiden iyiye almış olan klüp yöneticilerimiz vardır. Bu tür kişiler tarafından yönetilen kulüpler, tarihin bize kanıtladığı üzere asgari düzeyde sportif başarı elde etmişlerdir. Ekonomik olarak ileri gidilse de yaratıcılığın eksik olduğu yönetim anlayışı Türk sporunu dünyada orta sıralara demir atmak zorunda bırakmıştır.
Futbol kulüplerimizde hakim anlayış, yurtdışında isim yapmış ancak klüplerinde tutunamamış ya da yaşlı oldukları için miatlarını doldurmuş oyuncuları değerlerinden yüksek bedeller ödeyerek ithal etmek üzerine kuruludur. Aslında bu anlayış basketbol klüplerimizdeve hatta voleybol klüplerimizde de vardır. Yine bu anlayış aslında kesilmiş hayvan ithal etmek ile aynı mantıktır. Sadece günü kurtarır. Geleceğe yönelik bir plan değildir.
Hoca seçimi, sportif başarının elde edilmesinde geçerliliği olan en önemli kriterdir. Şahsi tercihim oyuncularla iyi diyalog kurabilecek, başarıya aç, enerjik ve yaratıcı hocadan yanadır. Hocanın sistem oturtması, genç yetiştirmesi, oyuncularla diyaloga geçmesi, kulüp taraftarını anlaması ya da kulüp anlayışını benimsemesi zaman ister. Bu zaman ise Türk klüp yöneticilerinde yoktur. Zira onlar da toplumun bir parçasıdır ve toplum, Akdeniz kültürünün etkisinden olsa gerek, derhal başarı ister. Aynı mantık çerçevesinde canlı para yarışmasına katılıp, voleyi vurup, bir daha çalışmamak üzere dünya turuna çıkma hayalini kuran insanları da değerlendirebiliriz.
Sonuçta ne olur? Yine değerinin üzerinde para verilerek dışarıda isim yapmış ancak Türkiye’nin ‘T’sinden haberi olmayan hocalar gelir, yine o hoca yaşlı ama isim yapmış oyuncuları oynatır. Takımlara gönül vermiş olanlar da hoca başarısız olsa bile, ithal etmenin verdiği psikolojik etken, hocaya harcanmış olan para ve hocanın daha evvelki yurtdışı tecrübelerinden kazandığı kredibilitenin sonucu başarının geleceğini umut etmekten vazgeçmez.
Size bir sır vereyim mi? Başarı böyle gelmez.
Başarı, sistematik – uzun vadeli planlar ve gençlere yatırımla olur.
Sadece ithal etmeye programlanmış beyinler, biraz da ihraç etmek için çabalamalıdır.
Çözüm, uzakta değildir. Çözüm içinde yaşadığımız ülkenin bizzat sınırları içindedir.
2,5 milyonluk Slovenya basketbolda, beş milyonluk Norveç kayakta, on yedi milyonluk Hollanda futbolda isim olmuşken; üç tarafı denizler, dört tarafı karlı dağlar, her şehri halı sahalarla kaplı olan 70 milyonluk Türkiye, dünyaya ne bir yüzücü, ne bir kayakçı, ne de gerçekten kabiliyetli bir futbolcu hediye edebilmiştir.