Gençlerin çoğu, cinsiyet ayrımı olmadan, öyle işlerde çalışıyor ki, fırsatı kısıtlı olanlar için son derece cazip görünen seyahatler, onlar için işkenceye dönüşüyor. Geceleri tek başına otel odalarında kaldıklarında, tek arkadaşları yanlarında götürdükleri dizüstü bilgisayarları ve çeşitli DVD’ler. Ailelerine biraz fazlaca telefon edecek olsalar, işverenleri anında devreye giriyor ve telefon parasını onlara ödetiyor.
Geçenlerde bir tanıdığıma nasıl olduğunu sordum, bana şöyle cevap verdi. “Çalışıyorum işte, ne olsun. ‘Avadim ayinu le Paro.’” Türkçesi “Paro’nun kölesiydik”. Paro derken tabii ki Mısır Firavunu’ndan değil, işvereninden söz ediyordu.
Günümüzde bazı işverenlerin zaman zaman Paro’dan da acımasız olabildiği kuşku götürmez. Ancak anlamamız gereken asıl ‘patron’un işverenimiz değil, Yüce Yaratan olduğudur. İşveren, aracıdır. Geçimimizi sağlayan, bereketi veren Kutsal Olan’dır.
Para kaynağının başını tutan işveren, herkes gibi sınavdan geçmektedir. Nasıl bir sınavdan? Çalışanına adil davranacak, hakkını gözetecek, insanca koşullar altında çalıştıracak mı? İş Kanunu’nun bütün şartlarına uyacak mı? Çalışanının dinî vecibelerini yerine getirmesine izin verecek mi? Örneğin çalışan Yahudi, patron da Yahudi ise, kendisi bakmıyorsa bile çalışanının Şabat’ına saygı gösterecek mi? Parasını zamanında verecek mi? Tora şöyle emreder: “Ücretini gününde ver. Güneş onun üzerinde batmasın zira canını ücreti için ortaya koymaktadır.” Çalışanının başı sıkıştığında -ondan genç bile olsa- bir baba gibi yardımına koşacak mı? Çok mu hayalperestim? Olsun... İnsan bu âlemde hayal ettiği müddetçe yaşarmış.
Etrafımda gözlemlediğim öfke ve sabırsızlık beni hayrete düşürüyor. En basit bir aktivite bile ip cambazlığına dönüştü. Örneğin alışveriş ettiniz, kaldırımın üzerinde yürüyerek evinize gideceksiniz, dükkândan çıkarken sağınıza ve solunuza bakmak zorundasınız çünkü motosikletler kaldırımın üzerinde cirit atıyor. Asayişi sağlamakla görevli kişiler bunu görse bile kıllarını kıpırdatmıyor çünkü -sordum, inanın- “yapabilecekleri bir şey yokmuş”. Otoyolda zikzaklar çizerek kontrolsüz bir hızla gidenlerin, sürekli selektör yakarak sizi rahatsız edenlerin, mecbur kalmadıkları halde sıkıştıranların, bir an duraladığınızda ağza alınmayacak küfürler edenlerin yaşam felsefesinin aslında bu olduğunu, hayatlarının her yönünü aynı şekilde yaşadıklarını bilmek ne kadar acıklı...
Gençlerin çoğu, cinsiyet ayrımı olmadan, öyle işlerde çalışıyor ki, fırsatı kısıtlı olanlar için son derece cazip görünen seyahatler, onlar için işkenceye dönüşüyor. Geceleri tek başına otel odalarında kaldıklarında, tek arkadaşları yanlarında götürdükleri dizüstü bilgisayarları ve çeşitli DVD’ler. Ailelerine biraz fazlaca telefon edecek olsalar, işverenleri anında devreye giriyor ve telefon parasını onlara ödetiyor. Etik? Evet. İnsaflı? Tartışılır... Çünkü o kişi iş için seyahat etmese, zaten ailesini telefonla aramasına gerek kalmayacak.
Akla gelebilecek her türlü konuya el atan Talmud, bu sorunun da çaresini bulmuş görünür ve nasıl bir iş yapmamız gerektiğini şu sözcüklerle belirtir: “Yapacağın iş basit olsun. Yelek dikmek örneğin.” Ne kadar basit ve ne kadar derin! Öyle uzun uzadıya hesap ve zahmet etme. Yelek dik, teslim et sonra da ruhaniliğe zaman ayır. Aklın yelekte kalmasın.
Ne yazık ki biz kadınların dahi çoğu, iş bir yana, hobi olsun diye bile artık yelek dikmiyoruz (örmüyoruz). Büyük bir hırsla her alana âdeta saldırıyoruz. Neden peki? Çünkü kadın erkek, üzerimizde sürekli bir baskı var. Şu markayı giymezsen, kimse seni adamdan saymaz. Orada yemek yemediysen (aslında o mekânda boy göstermediysen), sen ölmüşsün de ağlayanın yok. Filânca yeri daha görmediysen, zaten hiç yaşamadın demektir. Her an değişmekte olan teknolojinin son ürününü kullanmıyorsan, 5 yaşındaki çocuklar bile seni kafaya alır. Hepimize çağdaş putlar dayatılıyor; putperestliğe özendiriliyoruz.
Bütün bu telkinler karşısında ne yapmak gerekiyor peki? Adamdan sayılabilmek için almamız şart olanlara çalışarak kazandığımız para yetmiyorsa kredi kartı kullanmak, kredi kartını ödeyemiyorsak bankadan kredi çekmek, kredi kaynakları tükenmişse ondan bundan borç almak, borç verenler de kapıyı kapatınca elindekini satıp savmak... Tükeninceye kadar harcamak, sonra? Geriye “çok yoruldum” diyerek o ‘meşhur sahil kasabası’na yerleşmek kalıyor.
Geçenlerde bir mağaza açılışında sosyete özel davetle alışverişini yaptıktan sonra, benim gibi sıradan kişiler için ayrı bir açılış yapıldı ve insanlar sabahın altısında sıraya girdi. Ayazda bekleşenlere soruyor elinde mikrofonla dolaşan televizyoncu: “Ne alacaksınız?” Kadın bekliyor ama neyi beklediğini bilmiyor. “Bakacağım işte” diyor. İki gün sonra baksan ne olur? Olmaz çünkü çok şey kaçar... Ne kaçar? Sabahın altısından mağaza gezmesinin biteceği saate kadar kaçan -yani zaman- önemli -hatta en önemlisi- değil mi?
Aynı mağaza şimdi şahane bir uygulama geliştirmiş. Tam da hak ettiğimiz türden. Bir nebze aklımız olsaydı, o uygulamaya fırsat vermezdik. Özel bir koleksiyonun satışı dünya ile aynı anda gerçekleşti ve alışveriş etmek isteyenlerin koluna bir bileklik takıldı. Bileklik ne işe yarayadı peki? Bir tür kronometre görevi gördü. Öyle boş boş bakınmak veya ha bire alışveriş yapmak, oraya buraya saldırmak yok! Alacağınızı yirmi dakikada aldınız, aldınız yoksa yallah kapıya.
Bizler ki Tanrı’nın görüntüsünde yaratıldık... Bizler ki görevimiz O’nu taklit etmek, O’nu örnek almak... O ki sahip olduklarını vermek için Kendini geri çekti, (tsimtsum), çekti, ta ki (day! – yeter - Şaday’ın ikinci hecesi) Büyük Patlama (Big Bang) oluncaya kadar... Ve biz ki, alabilmek için şişiyoruz, şişiyoruz, şişiniyoruz, ta ki patlayıncaya kadar.