The Big Red - Secreteriat

Köşe Yazısı
2 Mart 2011 Çarşamba

ALP ALKAŞ


Geçen yazımda bu aralar spor konulu filmleri yeniden seyretmeye başladığımdan bahsetmiştim. Bu filmler arasında sanırım en sevdiklerimden biri “Seabiscuit”tir. Seabiscuit, 1929 Büyük Buhran döneminde alışılmadık küçük fiziği ve geçirdiği sakatlıkları rağmen, genlerinde şampiyonluk olan (büyük şampiyon ve yarış tarihinin en önemli atlarından Man o’war soyundan gelir) ve 1938 yılında ‘Yılın Atı’ olmayı başarmış safkanın hikâyesini anlatır. Seabiscuit, ekürisi kadar, zor ekonomik şartlar altında yaşayan Amerikalılar için de zorluklarla baş etmek için bir umut ışığı olmuştur.

Geçtiğimiz haftalarda bir uçak yolculuğunda yine şampiyon bir atın hikâyesinin filmini seyretme şansım oldu. Diane Lane ve John Malkovich’in başrollerini paylaştığı ve Bravehart’ın yazarı olarak da tanıdığımız Randall Wallace’ın yönettiği filmin ismi ise bir başka şampiyon: “Secreteriat”.

Secreteriat, 1973’te Triple Crown galibi olarak 25 yıl aradan sonra bunu ilk kez başaran safkandır. Triple Crown, sekiz haftalık bir süre içerisinde koşulan Kentucky Derby, Preakness Stakes ve Belmont Stakes yarışlarından oluşan ve sadece üç yaşlı safkanların katıldığı üçlemeye verilen isimdir. Yarış tarihinde toplam on bir, Secreteriat’tan sonra da sadece iki safkan bunu başarmıştır (Seattle Slew - 1977 ve Affirmed -1978) ve son 32 senedir bunu başaran bir safkan olmadı. Secreteriat’yı diğer Triple Crown galiplerinden ayıran bir nokta da 1973 yılında Kentucky ve Belmont’ta kırdığı rekorların hâlâ kırılamamış olmasıdır.

Günümüzde çokça kullanılan kalıplardan birine uyarlarsak konu edilen atların gerçek başarılarının aksine film olarak Secreteriat bir Seabiscuit değil. (bkz. Bir Alex değil). Buna karşın, Secreteriat’ın hikâyesi aslında Ernest Hemıngway’in “The Old Man and the Sea - Yaşlı Adam ve Deniz” hikâyesinin Disney uyarlaması olarak da görülebilir. Penny Chenery ve Secreteriat’ın bir para atışı sonrasında birleşen kaderleri ve devamında hayatlarının paralellikleri filmin temelini oluşturuyor. Bunun üzerine biraz da Disney usulü azim, kararlılık ve özveri gibi erdemlerin yüceltilmesi ile seyri kolay ve keyifli bir yapıt çıkmış ortaya.

Geçen yazımda da filmde geçen bir söze yer vermiştim. Bu filmi de sanırım en çok anlatan söz, annesinin vefatı ve babasının hastalığı dolayısıyla ekürinin başına geçen ve yakın çevresinin ve ailesinin yarışçılığı bırakması taleplerine karşın, çocukluğunun geçtiği ahırlarda, Penny’nin içinde bulunduğu ruh halini anlattığı söz olacaktır:

“This is not about going back. This is about life being ahead of you and you run at it! Because you never know how far you can run unless you run.”

Bu geri dönmek ile ilgili değil. Bu önündeki hayata bakıp ileriye doğru koşmakla ilgili. Çünkü koşmadığın sürece nereye kadar koşabileceğini hiçbir zaman bilemezsin.

Bu arada film, Türkiye’de gösterime “Şampiyon” ismiyle girmiş. Filme verilen orijinal ismin, atın ismi olduğu düşünüldüğünde biraz garip gelse de kaçırmamanızı tavsiye ederim.