Jose V.ÇİPRUT
Demokrasiye susamış oldukları iddiasıyla tebaalarının son zamanlarda kalkındığı otoriter rejimlerde, gençlerin aradıkları--istihdam ve gelirden de öte--eşitçi hürriyetlerin bahşettiğine inandıkları ‘vakur vatandaşlık’ hakkıdır. 2439 yıl önce doğmuş, 80 yaşında ölmüş, devlet yönetiminde düzenin ve adaletin ilkönceliğine inanmış, devlete atfettiği imtiyazlı üstünlüğün bugün damaklarda bırakabildiği ‘Faşizan ard tad’a rağmen çağdaş Batı demokrasi fikrinin vaftiz babası addedilen Antik Yunan filozofu Eflâtun’un içtimaî felsefesinde eşitlik mefhumu cemiyetin sınıfları arasında değil, bunların herbirinin içinde bulunabilir bir değerdi. O zamanlar, Hürriyet ‘hürdoğmuş’lara münhasır bir imtiyazdı: Dolayısıyla herşeye/herkese uygun saha ayrılmış bir cemiyette herkesin yerini bilmesi, herşeyin yerine oturması temel bir şarttı. Eflâtun’un öngördüğü sosyal sınıfların vasıfları bu sınıfları teşkil eden kişilerin mizacıyla özdeş tasavvur edilmiş özelliklerdi. Alt sınıflardan üst kademelere çizgisel terfî mümkünmüş hissini verebilir kategorilerinin tanziminde, Eflâtun başlıca beş ulam tasvir etmiştir: En altta, münhasıran kendi menfaatlerine öncelik veren zorba ayaktakımıyla bu güruhu tek demir elden yöneten gaddar önderin tanımladığı modelde, halk da hükümet de bencildir; ferdî çıkarlarını destekleyebilir tıynette etkin bir İstibdat düzenini beşerî camiaya ve adil hürriyete tercih ederler. Bu alt yüzeyin bir basamak üstünde olan Demokrasi’ler doymak bilmez keyif arzuları ve sınırsız ihtiraslarıyla kendilerini mütemadiyen ileri iterler; ama vatandaşlarına eşitlik vaad eden hükümetleri serkeş kütlelerine eninde sonunda anarşiden başka şey sağlayamazlar. Az daha yüksekte, Oligarşi modelinde, yöneten de yönetilen de çıkarlarını sağlayıp zengin olmaya meyillidirler: Ama toplumun koruyucu kadroları aşırı kudret ve varlık sahibi bir klik’in hizmetindedirler. Bu ulamın üstünde yer alan Timokrasi’lerde, yönetilenlerle yönetenlerin her ikisi gururlarına aşırı öncelik verirler: Timokrasiler’in mahzuru şiddeti hikmete tercih etmelerindedir; dolayısıyla da deneyimli meşru yetişkinlerin varması gereken kararları--onur meselesi--eli silâhlılar alırlar. Eflâtun’un en üstte tuttuğu Aristokrasi’ler ise ussallıkla ihtirası, fert ve devlet seviyelerinde, en muktedir verimlilikle, her açıdan, en adil şekilde bağdaştırabilen modeldir. Naçiz kanımca, kıstasları Eflâtun’un basmakalıp ölçütlerine benzemeyen çağdaş rejimlerin en tehlikeli (ve bir zaman sonra en kolay kırılır) örnekleri bugün vaadlerinin asil ilkeleriyle önlemlerinin ortaya serdiği alçak çıkarlarını bir türlü bağdaştıramayan melez rejimlerdir. Miyanmar’da silâhlı yönetim altında ezilen halka “demokrasinin korunması gerektiğini” hatırlatan üniformalı diktatörün “demokrasi”den ne kastettiğini anlamak, Rusya’da “mutlak demokrasi” ve Mısır’da “tam demokrasi” isteyenlerin tahayyül ettikleri rejim tipini kavrayabilmeye muvaffak olabilmek kadar zordur. Tunus modelinden mülhem Mısır kalkınmasında “demokrasiye intikal” sürecinin silahlı kuvvetlerin dirayetine teslim edilmiş olması, istikrar sağlayabileceği ümidiyle, Batı’da da Doğu’da da derin bir “ohh!” çekilmesine sebep oldu. Ama, TV ekranında asık suratla okuduğu numaralı tebliğlerin herbirine besmele ile başlayan yüksek rütbelinin Kıptî vatandaşa ne tip demokrasiye, ne tür aidiyete, kefalet vermekte olduğunu; bu çeşit “demokrasi”nin Hasan el-Benna’nın 1928’de o memleketin İsmailiye kentinde kurduğu ve bugün Orta/Yakın Şarkla Kuzey Afrika’da geniş taban bulmuş olan İhvanü'l-Müslimin (Müslüman Kardeşler) adlı dinsel siyasî örgüt’ün “modern bir İslam toplumu kurulabilmesi için Kur’an ve Sünnet’in kılavuzluğuna dönülmesini savunan hareket”inin takip edeceği yoldan ne kadar değişik olduğunu anlamak, şimdilik o kadar da güç iştir. Milletine hiç değilse vatansever asker olarak yıllarca hizmet vermiş Cumhurbaşkanı Hüsnü Mübarek’i siyasette “zalimlikle” suçlayan göstericilerin nefretle taşıdıkları portrelerinde, adamın alnına--umumiyetle zalim manasına gelen “gamalı haç” değil de--mavi mürekkeple Kral Davud’un altı köşeli Yahudî Yıldızı’nı çizmiş olmaları, Mısır’ın İsrail’le paylaşageldiği Barış Antlaşması’nın istikbali konusunda Müslüman Kardeşler Teşkilâtı’ndan duyulan çelişik seslerden çok daha sarih bir mânâ taşımaktadır, kanımca. İsrail’in kuzeyinde, bir günden diğerine rejimi değişebilir Suriye, ve Lübnan’da İran’ın desteklediği devlet-içinde-devlet tavırlı Hızballah; güneybatısında, Mısır’da, halk arasında geniş tabanlı Müslüman Kardeşler’in Gazze’de her açıdan bir uzantısı olduğu denilebilir Hamas; doğusunda, istikbali o kadar da açıkça belli olmayan Ürdün Krallığı; az daha mesafede, atom gücü takip etmediğini iddia ededuran İran ve bu tabloya imzasını bir zamandır ilâve etmiş ve halen İslam Konferans Örgütü Genel Sekreterliğini üstlenmekte olan Türkiye Cumhuriyeti... Bu hassas çerçevede, komşularıyla kayıtsız şartsız bir barış antlaşması imzalaması beklendiği; savunma gücünün aynı taraflarca şikâyet konusu edildiği ve vatandaşlarının dörtte birinin Musevî dininden olmadığı bilinmesine rağmen, bölgesel/yerel kişiliğinde evvelâ Yahudî niteliğinin (komşu Müslüman halklarca “Filistinli dindaş kardeşlerinin menfaatleri uğruna”--prensip olarak) hor görüldüğü Demokratik Yahudî Devleti: İsrail... Bu epeyce muhasım şartlar altında, bölgeye jeopolitik açıdan ne çözümler düşünülebilir sualine cevaben, bugün, eski görüşe şu aşağıdaki birkaç yeni senaryo ilave edilebilir sanırım:
1. Mısır’ın İslamîleşmiş bir rejime demokratik bir çehre vermeye karar vereceği takdirde, müstakil bir Gazze ile bir nev’î federal ilişki kurabilmesi siyasî, iktisadî, coğrafi, tarihî, dinsel ve reelpolitik gözle amelî, zaviyelerden iki taraf için de mânâlı ve faydalı görülebilir--hele Gazze ile Ramallah arasında sahiden samimî bir yakınlaşma ve birleşme bu iki tarafın yapay hüsnüniyet tezahürlerine rağmen eninde sonunda artık mümkün addedilemezse.
2. Ramallah’ın Amman’la yukarıdakine benzer bir federal ilişki kurabilmesi, aynı nedenlerle, hem taraflara hem de bölgenin gelişmesine yararlı olabileceğinden, kısa ve uzun vadede, herkesçe her açıdan makbul addedilebilir.
3. İkinci bir zamanda, yukarıdaki şekilde kurulabilecek tüzel kişiliklerin birbirleriyle geliştirebilecekleri itimat arttırıcı ilişki ve alışverişlerden doğabilecek yepyeni veya daha da geniş konfederasyonların mümkün/muhtemel kılabileceği türlü fırsat ve imkânların taraflara gayet makûl ve hatta makbul görünebilecekleri de düşünülebilir...
4. Hakikî bir açılıma--Batılı anlamda, gayrimüslime doğal bir aidiyet ve vakur vatandaşlık hakkı tanıyabilecek seviye ve ebadda bir erişime--niyetli olduğunu belli kılan bir demokrasi tarzına, yalnızca hükümetlerin değil de, bilhassa halklarının çoğunluklarının hazır oldukları anlaşıldığında, gerek bölgede gerekse de bölge ile dünyanın muhtelif coğrafi sahaları arasında, siyasal-iktisadî paktların kurulmasında en ufak bir mahzur kalamaz sanırım.
5. Kudüs’ün yeniden bölünebileceğine, 1948’de ayrılmış Filistinli mültecilerin altsoyunun (Filistin’de ivedilikle kurulmasına ve gelişmesine İsrail’in samimi destek vereceği ikinci Müslüman Arap devletine değil de) Yahudî Demokrasi’sine sokulmasında ısrar edileceğine--taraflar arasında bir an evvel erişilmesinde hayır gördüğüm barış antlaşmasını sonu görülmez tarzda ve pek lüzumsuzca geciktireceği için ve bu türden tutumların tarafların müşterek istidatlarına kuşkusuz getirecekleri tamiri imkânsız haleli şimdiden kestirebildiğimden dolayı--ne pek tabii bir şekilde inanabiliyorum, ne de kendimi gerçekten samimî bir kanaatla inandırabiliyorum.
İsrail-Filistin görüşmelerinin Kuartet (Uluslararası Dörtlü) yoluyla değil de, tarafların cesurca, göz göze ve başbaşa, yürütecekleri ikili anlaşmalarla daha fazla vakit kaybetmeden adım adım ilerletilmesinde, istikbal için, büyük bir hayır görüyorum. Aksi takdirde, gönüllerde kalacak, zihinlerde yerleşecek, küçük büyük huzursuzlukların uzun vadede müşkülât yaratabileceklerini düşünüyorum. Gerek İsrail’de mukim Arap kökenli Müslüman ve Musevî vatandaşa, gerekse Ürdün Nehri’nin batısında kurulacak ikinci Müslüman Arap devletinin sınırları içinde kısa hayatlarını atalarının kabirlerine yakın yerde geçirmeyi arzu edebilecek, Musevi dininden veya İsrail tebaalı, müstakbel Filistin Arap devletinin vatandaşlarına veya ikamet iznine lâyık görülmüş kişilerine, vakur bir aidiyet hissinin esirgenmemesi tarafların uzun vadede biribirlerini sadece komşu değil, aynı zamanda ortak ve hatta dost telâkki edebilmelerine yardımcı olacaktır. Bu istikamette samimî ilerlemenin, okullarda ve ailelerde, genç çocuklarda sebepsizce nefret uyandıran yazı ve sözlerin ortadan kaldırılıp bundan böyle kötü niyetlerle kullanılmamasına dikkat edilmesiyle, daha da büyük hızla kolaylaştırılabileceğine inanıyorum. Bölgede birçok yönden nisbeten daha ileri sayılabilen İsrail’in yeni uyanmaya başlayan komşularının halklarına daha da çabuk gelişebilmeleri için uzatabileceği el ve yardımın--istikbalde gelişmesi hayırlı olacağı muhakkak dostluk bağları için--kolay unutulmaz bir yatırım addedilebileceğine en ufak bir şüphem yoktur. Komşu bölgede aniden gelişen bu halk açılımına muhtemel bir tehdit olarak değil de birdenbire mümkün kılınmış bir yakınlaşma fırsatı olarak bakılmalı ve demokrasiye her türlü destekten kat’iyen kaçınılmamalıdır derim: Haydi, saygıdeğer komşularımız, el ele, iş başına!