Jose V.ÇİPRUT
Kabullenilmesi kolay ve oluşturulması basit bir olgu gibi görünse de, ‘çok kültürlülük’ ancak çoğulcu bir zihniyetin rahatsızlık duymaksızın destek verebileceği içtimaî bir niteliktir
Hayvanlar âleminde ‘çok kültürlülük’ yok denilebilecek kadar azdır. Genellikle her yaratık kendi cinsiyle yaşar. Kırlarda serbestçe koşan vahşî atlar, ancak benzer vahşî atlarla koşarlar. Baba aslanın yakalayıp besin yaptığı geyiği, aslan ailesi ne yabancı bir aslanla ne de diğer bir yaratıkla paylaşır. Çok kültürlülüğün ne parazit ne de sembiotik amaçlarla yer aldığı ve farklılıkların bahşettiği zenginliklerin bilinç üstü görülebildiği yegâne bağlam olgun insan toplumudur.
Çok kültürlülük, bütünlüğünü olumlu ve bölünmez bir şekilde geliştirmeyi - adil bir şekilde - gaye edinebilmiş, insanlararası farkları bir nimet olarak kabul eden, iç ve dış etkileşime açık kalabilmiş çoğulcu yapılarda rastlanabilen, uygar bir toplum özelliğidir.
Gelişiminin bütünlüğünü kesintisiz bir şekilde sağlamak isteyen ve bunun doğal bir tarzda gerçekleşmesi için bu bütünü oluşturmaya her gücüyle gayret eden – birbirinden çok farklı – sistem unsurlarının kendilerinin özgürce ve gönüllü bir şekilde bu bütünün tamamlayıcı parçaları olduklarını özümseyebilen toplumlarda görülürse görülür ancak.
Kabullenilmesi kolay ve oluşturulması basit bir olgu gibi görünse de, çok kültürlülük ancak çoğulcu bir zihniyetin rahatsızlık duymaksızın destek verebileceği içtimaî bir niteliktir.
Çok kültürlülük, imparatorluklar gibi, fetih yoluyla ele geçirilmiş tebaa ve topraklardan oluşmuş siyasî sistemlerde olsa olsa öncül olabilir. Tüzel kişilikli toplumlarda, her vatandaşa, her gün, her türlü özgürlüğü ve insan olarak lâyık olduğu her hakkı, yasalar ve gelenekler çerçevesinde eşit şekilde tanıyan demokrasilerde ise çok kültürlülük, her an, doğal şekilde yaşanan ve çok tabii şekilde yaşatılabilen bir çıkarsamadır.
İmparatorluklar da demokrasiler de öncelikle kendi çıkarlarını gözetir ve toplumları bu çıkarlar çerçevesinde yönetirler. Nedir ki, demokrasilerde devlet, milletin kendisidir. Çok kültürlülüğe eğilim gösteren imparatorluklar, hükümranlıklarını olaysız bir şekilde devam ettirebilmek için o tutumu makul bir tedbir niyetine kabul ederler. Demokrasiler ise, çoğulcu ilkelerini daha da yaymak, vatandaşlarını bireysel ve ulusal olarak daha da özgür kılmak, daha da ileriyi görür bir yaratıcılığa yönlendirmek amacıyla kültürel çeşitliliğe destek sağlamış olmak isterler. Sonuç olarak denilebilir ki imparatorluklarda önleme olan çok kültürlülük, demokrasilerde sağlama rolünde fayda verir. Çok kültürlülüğün devamlı ve tam başarılı olabilmesi için tarafların, kendi aralarında olsun, kendileriyle devlet yönetimi arasında olsun, tüm ilişkileri çerçevesinde birbirlerine meşru varlık hakkı tanımaları gerekir. Hak ve imtiyazlarını ise karşılıklı şekilde, hem kuramsal hem amelî yönlerden, samimiyetle kabul etmeleri; günlük hayatlarında titiz uygulama ve adil yorumlama yeteneği göstermeleri; aldatmaksızın, birbirlerine saygı, sevgi ve içtenlik ile yaklaşabilmeleri; eş deyişle, aydın bir paylaşım esası üzerine kurulmuş bir yaşam şeklini sadık bir ortaklık görüşüyle herkese faydalı kılabilmeleri, bu tür toplumların özgür kalabilmelerinin en temel şartlarındandır.
Bundan ötürüdür ki, çok kültürlülük her toplumun işine gelmez. Kendilerine üstünlük ya da birincilik tanıyıp içinde bulundukları bütünü, türlü nedenlerle, kendilerine atasal mal edinebilen elit zümre veya çoğunlukların var olduğu toplumlarda, çok kültürlülük doğal bir şekilde gerçekleşemez. Bu gibi ortamlarda, mevcut hatta yaygın olduğu iddia edilen çok kültürlülük, kolaycı bir söylentiden ve ezilen taraflarca kendi selâmetleri için ezbere tekrarlanabilen uygun bir yalandan öteye gidemez.
Çok kültürlülük, kişiliklerini doğru şekilde bulamamış veya ancak kısmen bulmuş, kendilerini oldukları gibi görebilecek bir zihniyette yetiştirememiş, derin bir özgüven yerine yüzeysel bir gurur ile yoğrulmuş, içeriklerinde, hayalî ve efsanevî temellere veya da ayinsel değerlere dayanarak kendilerini üstün ilan etmiş bireylerin oluşturduğu toplumlarda, ortalama hallerde şüphe uyandıran, yoksa genellikle öfkeye ve şiddete yönelten bir sanki-tehlike (hayal mahsulü bir endişe) değil de hayat-memat seviyesinde gerçek mi gerçek bir tehdit addedilir.
Kötü anlamla veya da doğruluğu amaç edinmemiş niyetlerle siyasileştirildiği takdirde, esasında uygar bir anlayış ve görüş şekli olan çok kültürlülük, masumca kabul edilebilir basit sosyal bir olgu olacak yerde, çok çabukça gerek tarafları, gerekse de tarafları bir bütün olarak yönetmek sorumluluğunu elinde tutan mercileri derin sıkıntıya sokabilecek ve her türlü muhalefete müstahak bir zihniyet ve ideoloji seviyesine düşürülebilir. O takdirde de, orta ve uzun vadede kimseye fayda sağlamaz; bilakis, herkese zamanla zor unutulabilir zararlar verebilir - hatta affedebilen gönüllerde bile zamanla kapanması zor, derin yaralar açabilir.
Siyasette, çok kültürlülük, anlam olarak – herkes tarafından kolayca ve derhal anlaşılmasa bile – siyasal iktisatta kavramları çoktandır tanımlanmış öncü veya tehirli gösterge işlevine benzetilebilir. Öncü gösterge işlevi gördüğünde, çok kültürlülük bir olgu olarak, olduğu gibi ve tamamen tanınabilen (örneğin, eski Yugoslavya, eski Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği, aralarında Osmanlı İmparatorluğu’nun da zikredilebileceği muhtelif tarihî imparatorluklarda meydana gelmiş olduğu gibi…) çoğu zaman siyasal-yerel bir ön şart şeklinde görülebilen stratejik bir ilke olur.
Tehirli gösterge işlevi gördüğü söylendiğinde ise, çok kültürlülük, genellikle demokrasiye aday olan, demokratik bir düzen ve usul çerçevesinde gelişmeye karar vermiş veya demokratik eğilimlerden beslenen sonuçlar sayesinde (örneğin, Avustralya, Kanada, İngiltere, İsrail, Amerika Birleşik Devletleri gibi ülkelerde ve bir dereceye kadar Fransa, İtalya ve hatta son zamanlarda Almanya’da bile…) bireyleri tarafından paylaşılabilir bir özgürlük ahlâkına erişebilecek çoğulcu rejimlerde hayat bulur.
Erişilmek niyetiyle oluşturulmamış ülküler kısa sürede boş lafa, daha uzun sürede ise sayısız ve mükerrer mazerete yöneltir. Sessizce amaca ulaşan ülküler ise hafifletici nedenlerin uygun mahcubiyetle zikredilmesine gerek dahi bırakmaz. Burada temel bir fikrin düzeltilmesi faydalı olur, sanırım: Çok Kültürlülükten anlaşılması gereken, kısa süre içinde turistik amaçlarla ziyarete gelenlerin kültürlerinin sayısı veya çeşitliliği veya da bu turistlere mal satabilmek için yerli esnafın kaç dilde iyi veya kötü konuşabilme kabiliyeti değildir. Çok kültürlülüğün varlığı da ölçüsü de bir ülkede yerleşik kültürel azınlıkların kaçta kaçının kendilerini ‘birinci sınıf’ vatandaş olduklarına inandırabilir, hatta onlara kendi ülkelerinde olduklarını hissettirebilir, bir özgürlük sezisinin ne dereceye kadar mevcut olup olmadığıdır.
İmparatorluklarda çok kültürlülük
İmparatorluk denilen yönetim sistemlerinin tarih boyunca türlü çeşitleri görülmüştür. Latince Imperium (askeri yönetim) sözünden gelen bu idare şekli, siyasî anlamda geniş bir coğrafî bölgeye yayılmış; birçok farklı kültürden oluşmuş; nice ulus, bölge ve ülkelerden yaratılmış ve genellikle sözü kanun yerine geçen bir hükümdarın çoğu zaman mutlak idaresi altında yönetilen, sosyal-ekonomik-siyasal bir bütündür.
Eski Yunan tarihçilerinin, kesin sınırlar içinde belirtilebilir siyasal-iktisadî bir kişilik olarak tarif edemedikleri Mezopotamya - Babil, Bağdat ve Persopolis gibi uygarlıklara tanık olmuş olmasına rağmen - tarih boyunca tek bir uygarlığın kayıtsız, şartsız ezelî egemenliğine devamlı şekilde tabi kalmamış bir coğrafi bölgedir. Bugünkü Diyarbakır ve Şanlıurfa’yı kapsayan, Güneydoğu Anadolu’yu ve doğu Suriye’yi içine alan ve çağdaş İran ile Irak’ın – iki nehir arasındaki topraklardan da öteye – paylaştıkları araziye istinaden ilk adını almış olan bu bölge, zamanında Sümer, Akad, Pers, Babil, Asur gibi çeşitli kavim ve uygarlıkların kök ve dal salmalarına imkân vermiş bir medeniyet beşiğidir. Piktogram tekniğinden çivi yazısına ulaşan; satıhlarında tarihî/siyasî iletilerin ve dinsel/ahlakî metinlerin özenle kaydedildiği kil tabletlerini beşeriyete kazandıran; birçok dilin beşiği ve nice inancın kaynağı olan; matematik, tıp ve de gökbiliminin anlam bulduğu engin bir kültür yuvasına dönüşmüş olan bu bölge zaman zaman, kısmen de olsa, Osmanlı İmparatorluğu’nun sınırları dahilinde kalmıştır. Bu nedenle, Osmanlı İmparatorluğu’nun çağdaş Türkiye’ye geçen engin mirasına, bu çeşitli kültürlerin katkı sağlamış olması - taraf tutarmış gibi görünmeksizin - birçok bakımdan olası kabul edilmelidir.
Beşeriyetin ilk çağlarında, en büyük uygarlıklardan olup, M.Ö.3000-3100 yıllarında kurulduğu varsayılan ve önce Yukarı (güney) ve Aşağı (kuzey) Mısır olarak, sonradan ise klâsik Yunan belgelerinde dil, inanç ve uygarlık esasları üzerine birleştiği ve khemet adını aldığı kaydedilmiş olan eski Mısırlı kültür, 1882 yılında bu toprakların İngiliz sömürgesine çevrilmesinden çok önce - 1517 senesinde - Osmanlı İmparatorluğu sınırları içine alınmış, hatta ondan da önce, milattan sonra yedinci yüzyılda, Arapların işgal ve egemenliğine uğramış ve ondan da çok önceleri – milattan önce 30 yılında – Roma İmparatorluğu’nun önemli bir eyaleti olmuştur. Aralarında Hıristiyan Kıptîlerin de halen mevcut olduğu bu çeşit kültürlerin yüzyıllar boyunca bıraktıkları izler, ilk önceleri Osmanlıların imparatorluk dönemine, sonrasında da Türkiye Cumhuriyetine geçmiş olan inanç, değer, gelenek ve yaşam usullerine de kuşkusuz çok çeşitli katkılarda bulunmuşlardır.
Büyük İskender’in Anadolu üzerinden Yakındoğu ve Asya içlerine kadar sarkan fetihlerine rağmen, Yunanlılar - imparatorluk şöhretlerinden ziyade ve meşhur devlet idare yeteneklerinden daha da fazla - İskenderiye ve Bergama gibi şehir-devletlerinde sağlamış oldukları kültürel başarılarıyla ün kazanmış bir uygarlığın yaratıcılarıdırlar. Bu uygarlığın Yakındoğu’ya yaptığı beşerî katkılar çok kültürlülük açısından ilgi çekicidir. Yunan felsefe ve edebiyatı dilsel köklerini, tıpkı Rönesans döneminde olduğu gibi, çağdaş Batı dünyasının bilimsel sözlüğüne hâlâ borç verebilmektedir. Yunan felsefî tarzı, dili, mitolojisi ve mimarîsi Anadolu’da, İstanbul’da Yunan dilini benimsemiş Bizans’tan kalma Rum azınlığından da öte, Türkiye genelinde her yerde gözle görülür, elle tutulur, çok eski sayılsa da hâlâ yaşayan türlü gelenekler, reddedilmesi veya kaçınılması mümkün olmayan derin kültürel izler bırakmıştır.
Roma İmparatorluğu’nun Batı ve Doğu İmparatorluklarına bölünmesinden sonra, fakat bilhassa Bizans İmparatorluğu süresince, imparatorluğun şöhret ve kudreti ilkönce Hıristiyan sonra da Ortodoks Hıristiyan dininden ayrılmaz bir bütün teşkil ediyordu. Roma ve Bizans İmparatorları, tıpkı sonradan ortaya çıkan Osmanlı padişahları gibi, devletin resmen tanıdığı tek Tanrı’nın dünyadaki varlığını ve hükmünü temsil ediyorlardı. Bu gerçek, İmparator Heraklius’tan (610 – 641), Konstantinopolis’in Fatih Sultan Mehmet’in kudretine geçtiği 1453 tarihine dek geçerli kalmış ve hatta çok sonraları, kendini yeniden göstermeye imkân bulmuş ve (hakikatte ne kutsal ne de Romalı sayılır) Kutsal Roma Germen İmparatorluğu (962 – 1806) sayesinde Hıristiyanlığın Katolik ve Ortodoks mezheplerinin İslam’a karşı (istisnaen ve kısa bir süre için de olsa) sözde birleşmesiyle yepyeni bir anlam kazanmıştı.
Dolayısıyla, bir imparatorluğun başka bir imparatorluğa yenilmesi, yenilen gücün, inancın ve tebaanın kültür açısından sonu demekti. Bir imparatorluğun diğerini yenmesi, yenenin dininin yenilenin dininden (Tanrısından) çok üstün olduğunun açıkça ispatından başka bir şey olarak kabul edilmiyordu. Tebaa mutlak değer ve inançlarla eğitildiğinden, yenmek ve yenilmek hayatî önem taşıyordu. Kültürlerin birbirlerine düşmanlığı - din ile siyasetin imparatorluk gücünün en yüksek kademelerinde bağdaşık tutulmasında çıkar görülmesi nedeniyle olsun ve/veya yaygın eğitim tarzı sayesinde olsun - yönetim seviyesinden halk seviyesine indirgenebilmiş durumdaydı. Devlete sadakat, bu anlamda, dine sadakat demekti ve imparatorluk sistemi tarafından da o esas üzerinde istismar edilebilen bir tebaalık görevine dönüştürülmüştü.
Osmanlı İmparatorluğu’nun, Bizans İmparatorluğunun başkenti olmuş olan İstanbul’a ilâveten, sonradan (kudretli günlerinde Bizans’a ait olmuş) Selânik, Nicea (İznik), Antioch (Antakya) ve İskenderiye’yi de ele geçirmiş olduğu hatırlanmalıdır. Bu kentlerde yaşayan elitlerin kültürü, iktisadî ve siyasî nüfuzu, kırlarda oturan çoğunluğun değer, güç ve yaşam tarzlarından çok farklıydı. MS 7. yüzyılda, Heraklius devrinden başlamak üzere, İslam’a kaptırılan topraklar, bir yandan bireye diğer yandan ise aile birimine, daha önce görülmemiş bir dinsel bağımsızlık kazandırmış, onları fetheden kültürlerden etkilenerek çok daha değişik hayat görüşleri katmıştı. Bu tür etkiler, Osmanlı’nın beş yüz yıllık süre içinde Fas’a, Yemen’e, Kafkaslar’a, Viyana’ya dayanabilmiş günlük varlığından hareketle, bireysel ve toplumsal seviyelerde ve hatta ailevî çerçevelerde, tahmin edilebileceğinden de çok öte, derin ve geniş katkılarda bulunmuştur.
devam edecek...
Dr. JOSE V. ÇİPRUT kimdir?
1935 İstanbul doğumlu olan Jose V. Çiprut, 1954’de Robert Kolej’den Osmanlı/Batı edebiyatı ve felsefe alanlarında mezun olduktan sonra İngiltere ve Almanya’da sinaî kimya eğitimi gördü. Askerliğini takip eden yıllarda öğretmenlik ve mühendislik yaptıktan sonra 1964’te Türkiye’den ayrıldı. Önceleri uluslararası bir şirkette, ardından ise kendi kurduğu pazarlama şirketinden iş hayatını sürdüren Jose V. Çiprut, 1982 yılından itibaren Amerika Birleşik Devleti’nde akademik hayata geri döndü. Uluslararası siyasal iktisat, uluslararası ilişkiler, bölgesel gelişme ve toplumsal planlama uzmanı olarak öğrenim gören Dr. Çiprut, bu alanlarda eğitim verdi, araştırma yayınladı, üniversiteler ve kıtalararası çok-disiplinli seminerler düzenledi. Bugün sekizinci kitabını yayına hazırlamakta olan Dr. Çiprut Internet / Google ve University of Pennsylvania sitelerinde adı sık geçen bir düşünürdür.