David Ojalvo
Gazetemizin 2 Mart sayısı ile Şalom Dergi okurlarımıza ulaştı. Derginin ikinci sayısında, dergiye konu olarak seçtiğim, Şakir Eczacıbaşı’nın anılarını derlemiş olduğu “Çağrışımlar, Tanıklıklar, Dostluklar” adlı kitabını tanıtmaya çalıştım. Yaklaşık 800 sayfa kadar olan kitabın her sayfasını ayrı bir keyifle okumuştum. Bu kapsamlı eseri dergi için hazırlarken de, yazının girişinde ancak kitaba dair duyduğum heyecanı aktarabildim. Kitaba dair düşüncelerimi ise, bu haftaki köşe yazıma saklamıştım.
***
Şalom Dergi’deki yazıya uzun bir süre başlık düşündükten sonra, Şakir Eczacıbaşı’nı “bir yaşam sanatçısı” olarak takdim edebileceğime karar kıldım. Okumuş olduğum biyografi dolu dolu bir hayattı. Eşsiz dostluklar kurulmuş, fotoğrafa, sinemaya, edebiyata gönül verilmiş, spora ve tıbba katkıda bulunulmuş, siyaset ve tarihe dair bir birikim aktarılmış… Yakın tarihimizin kültür-sanat camiasına ait en önemli isimler tanıtılmış. Bazı akşamlar kendimi kanepede kitabı okuyor değil de, Eczacıbaşı’yla karşı karşıya oturmuş sohbet ediyor gibi hissettim. Yaşanmışlıkları dinliyor, umutlanıyordum. Gençliğimin kıymetini daha iyi anlıyor, benim de gelecekte böyle anılarım olsun istiyordum. “Hayatlarımızın bir derinliği olması gerekir”, mesajını veriyor kitap; çağımızın tüketim anlayışına karşı durmalı.
***
Şakir Bey’in Londra dönüşü, aktarmış olduğu 1950’lili yıllara, 50’lilerin Beyoğlu’suna ayrı bir hayran kaldım. 20’li yaşlarında olan Eczacıbaşı bir yandan Vatan Gazetesi’nin Sanatın Yaprağı ekinde çalışıyor, bir yandan da Saik Faik, Fazıl Hüsnü Dağlarca, Behçet Necatigil, Oktay Akbal, Salah Birsel’le Çiçek Pasajı’ndaki meyhanelerin birinde buluşuyordu örneğin. Edebiyat, toplum ve gelecek adına ne kadar zengin sohbetler kurulmuş olabileceğini tahmin edebiliyorum. Günümüz gençliği ile kültür-sanat camiasının böyle karşılaşmaları, buluşmaları, sohbetleri var mıdır, bilemiyorum. İki yıl önce kaleme aldığım bir yazımda, ’80 sonrası kuşağının bireyi olmaktan söz etmiştim. Politikadan soyutlanan, ideolojilerden uzakta tutulan, ısrarla tüketime yöneltilen bir kuşağımın olduğundan… Günümüzdeki durum iç açıcı değil. Azınlık kimliğinin ağırlığı ile beraber “sıradan” bir üniversite öğrencisi oluverdim. “Üniversite öğrencisi nasıl olmalı” sorusunun yanıtını ise -şimdilik- okura bırakıyorum.
1950’lilerin Beyoğlu’su, Asmalımescit’i… Lebon’uyla, Viyana Kahvesi’yle, Çiçek Pasajı Meyhaneleri’yle, Rejans’ıyla, Baylan Pastanesi’yle ve bu mekânların müdavimleriyle, edebiyat, gazete ve tiyatro tarihimizin kahramanlarıyla yaşanmış… Keşke bu yanıyla, ben de o Beyoğlu’nu yaşayabilseydim… Elbette aynı dönemin 6-7 Eylül Olayları’na uzanan siyasal ve toplumsal zemini hazırladığını biliyoruz. “Dördüncü Haçlı Seferi’nden bu yana İstanbul’da böyle bir Vandalizm yaşanmamıştı” diye yazacaktı o günleri gören Eczacıbaşı.
Beyoğlu anıları oldukça ilgi çekici... O dönemin ayrı bir meyhane ve içki kültürü varmış. Eczacıbaşı anlatıyor, “(Dönemin İstanbul Valisi) Lütfi Kırdar Bey Beyoğlu’na kol kanat gerer, bizleri korurdu; memurlarını toplar, ‘Markiz, Lebon, Hacı Abdullah, Eminönü’ndeki Pandelli İstanbul demektir, şehrimizin markalarıdır. Onlara yardımcı olmalısınız’ derdi. Arada bir belediye memurları gelir, ‘Bir sıkıntınız var mı? Size yardımcı olabilir miyiz?’ diye sorarlardı.”
Günümüzdeki yönetimin, belediyelerin içkili mekânlara yaklaşımı ile o döneminki arasındaki fark oldukça net, değil mi?
***
Şakir Bey ile yaşamım arasında kurmuş olduğum birkaç benzer noktayı aktararak yazımı sonlandırmak istiyorum. İkimizin de babalarının adı Ferit, Şakir Bey’in eşinin, benim en iyi dostlarımdan birinin adı Seblâ, ikimiz de psikiyatriye ilgi duyup, farklı yönlere açılmışız, ikimizin de benzer dönemlerde gazetecilik çalışmaları var. Okurlarımızın izniyle, bu noktaları ilginç birer tesadüf olarak kabul ediyorum. Bu tesadüflerin ardından da yaşanmışlarla dolu bir gelecek için, Eczacıbaşı’nın hayatından esinleniyorum.