Biliyorum, başlıktaki Açık Radyo sözcüklerini fark ettiğinde yayın yönetmenim koltuğunda zıplayacak, geçen yıl neden olduğum tartışmayı hatırlayan kimi Şalom okurları da yeni bir polemik başlattığımı sanacaklar. Oysa endişeye mahal yok, bu kez Açık Radyo konusu farklı. Ama öncelik Japonya’da yaşanan korkunç afette…
Japon gazeteci ve çizerlerle dostluğum 17 Ağustos 1999’daki Adapazarı depreminden sonra başladı ve depreşti. 2000’den bu yana istisnasız her yıl Adapazarı Enka Okulu’nda deprem mağduru çocuklarla Gülen Çizgi Şenliğini düzenledik. Bunların pek çoğuna Japon dostlarım katıldı. Ben de çeşitli vesilelerle ülkelerine davet edildim, ilkokullardan üniversitelere atölye çalışmalarına, panellere katıldım, Türkiye’yi tanıtmaya çalıştım. Anlayacağınız son on yılda Japonya’da güzel dostluklar geliştirdim. Haliyle bu son felaket beni hayli derinden etkiledi.
Geçtiğimiz Cuma sabahı depremi öğrenir öğrenmez, Japonya’daki dostlarımla irtibata geçmeye çabaladım. Onlar da sağ olsunlar, tehlikenin henüz geçmemiş olmasına rağmen, beni rahatlattılar, durumları hakkında etraflıca bilgilendirdiler. Hatta içlerinden biri, Yoshiaki-San, endişelerimi gidermek amacıyla çat pat Türkçesiyle şöyle bir e-mail gönderdi: “Ben problem yok! Abim ve annem evisiye gittim, onlar da problem yok!” Kendilerinin iyi olduklarını bildirmekteki aceleleri geleneksel nezaketlerinden kaynaklanıyor. Onlar için kaygılanmamızdan üzüntü duyuyorlar.
Deprem olur olmaz, İstanbulluların korkulu rüyası depreşti. Konunun bizi birinci dereceden ilgilendirmesi nedeniyle medyamız da tam gaz olayın üzerine gitti. Unuttuğumuz simalar, felaket tellallarımız yeniden televizyonlarda arz-ı endam eylediler.
Bu arada, Hürriyet’te yayınlanan küçük bir fotoğrafla onun altındaki haber ilgimi çekti. Fotoğrafta Japonlar telefon ankesörlerinin önünde kuyrukta görüntülenirken, altında da “Cep telefonları gerekmedikçe açılmadı, ankesörlü telefonlar sırayla kullanıldı” yazıyordu. Japon kültürünün en önemli unsurlardan biri olan ‘başkasına saygının’ tipik örneği! Kendi merakını gidermemek pahasına, depremzedelere ulaşılmasını sağlayacak telefon hatlarının kilitlenmesine neden olmamak. Bu bilince sahip olmak için nasıl bir eğitim sürecinden geçmek gerekir?
Medyamıza dönecek olursak, yeni bir olay patlak verene kadar bir süre daha Japonya’daki doğal afet ile İstanbul’da yakın bir gelecekte yaşanması beklenen deprem konusuyla oyalanacak gibi görünüyor. Arada olan çeşitli komplo teorisyenlerine oldu, bir anda gündemden düşüverdiler. Oysa bu korkunç felakete kadar iki ayrı kampa bölünen ulusal medyamızda komplo teorilerinden geçilmiyordu.
Bazen bir şerden hayır doğar derler. Bakarsınız medyamız bu aradan istifade kendisine çeki düzen verir. Nitekim Star Gazetesi bugün itibariyle yepyeni bir yüzle çıkmış olmalı. Büyük boy fotoğraflar, muhtemelen yeni ve çekici bir tasarım, daha önemlisi evrensel bakışa sahip yabancı analistler… Blog gazeteciliği günbegün yaygınlaşırken, yazılı basın için hayatta kalmanın tek şartı bu, yenilenmek!
Bu noktada küçük bir parantez açarak, Paris’te geçenlerde açılan bir sergiden söz etmek istiyorum. Jossot (1866-1951), 19.yüzyıl sonunda ve 20.yüzyılın başlarında Fransa’da etkin olan bir karikatürcüydü. L’Assiette au beurre adındaki mizah dergisinde çalışırdı. Karikatürlerine topluca bakıldığında, tam bir asır önce sanki bugünleri çizdiği hissine kapılmamak mümkün değil. Yolları Paris’e düşecekler için, Forgey Kütüphanesi’nde (1, rue de Figuier, 4e) 18 Haziran tarihine kadar açık kalacak bu sergiyi gezmelerini öneriyorum.
Bizim medyaya dönecek olursak, geçenlerde karşılaştığım bir dostumdan duyduklarım tüyler ürperticiydi. Çalıştığı gazeteden – ki anlı şanlı bir yayın organıdır – dokuz aydır maaş alamadığını ağzından kaçırdı. Oysa kendisi yıllarını basın sektörüne vermiş, usta bir gazeteci, ünü Türkiye sınırlarını çoktan aşmış büyük bir çizerdir. Bilebildiğim kadarıyla da başkaca bir geliri yoktur.
Şalom için yazıp çizenlerin hiç değilse bu bağlamda bir sıkıntıları olduğu söylenemez. Neticede gazetemiz ile ekindeki tüm dergiler küçük bir gönüllü ordusu sayesinde çıkıyor. Belki bir iki istisna dışında bütün yazar ve çizerlerinin farklı meslekleri, geçimlerini temin ettikleri ayrı bir işleri vardır, Şalom’dan maaş almazlar. Kanımca Şalom gazeteciliği de bu bağlamda değerlendirilerek eleştirilmelidir.
Şalom ile benzerlik gösteren bir diğer ulusal yayın kuruluşu da Açık Radyo’dur. Farklı bir mecra olmasına karşın, Açık Radyo’nun on beş yılı aşkın bir süredir yayında olması da bir gönüllüler ordusunun sayesindedir. Kimi programlarını beğenmeyebilir, elitist bulabilir, bazı programcılarla farklı görüşte olabilirsiniz, ayrı mevzuu. Ama kanımca Açık Radyo, dünyaya bakışıyla, çevreci yaklaşımıyla, müzik ve kültür programlarındaki niteliği ve çok sesliğiyle, medyamızda büyük bir eksikliği giderirken özel bir ilgi hak etmektedir. Bu nedenle, çok sayıda dinleyicisi gibi ben de Açık Radyo’nun destekleyicileri arasında yer almaktayım.
Bilmeyenlere destek projesini özetleyeyim: Sekiz yıldan beri süregelen bu proje kapsamında, 9 günde 99 saat boyunca süren bir özel yayın yapılıyor. Açık Radyo programcılarının yanı sıra başka konuklar da bir saatlik programlar yapıyorlar. Dinleyiciler telefonla arayarak seçtikleri programın istedikleri bir saatine destek verebiliyorlar. Seçilen program yayınlandığında destekçisinin adı da programın başında ve sonunda anılıyor.
Bu yıl sekizincisi düzenlenecek olan Açık Radyo Dinleyici Destek Projesi kapsamında yeniden mikrofon başına geçeceğim. Programımın bu yılki konuğu kıymetli yeğenim Merve Kibar olacak. Merve’yle bir saat boyunca Melih Kibar’ı anacağız. Onun pek bilinmeyen yönlerini, aile yaşantısını, hobilerini, fobilerini, takıntılarını konuşacağız. Emsalsiz müziğinden örnekler sunmaya çalışacağız. 22 Mart Salı günü, yapacak daha önemli bir işiniz yoksa saat 16 ile 17 arasında 94.9fm bandında Açık Radyo’nuzu mutlaka dinlemeye bekliyorum…